27 Mart 2012 Salı

Bu İnsanlar Neden Okuyor?

Bugün bir sürü insan toplu halde sessizce kitap okuyordu. Gelip geçenler duruma pek anlam veremedi. Gördükleri en sakin kalabalıktı belki de. Peki bu insanlar ne yapıyordu, amaçları neydi derseniz cevabı basit, kütüphane haftası ve kitap sevgisi.

Bugün (26 Mart 2012, Pazartesi) 48. Kütüphane Haftası başladı. Şerefine çeşitli etkinlikler yapılıyor. Ankara'da bunlardan ilki şu günlerde devam etmekte olan ve benim de yazdığım 6. Kitap Fuarı

Hava bu sefer pek güzel değildi.
İkinci etkinlik ise bugün birçok ilde eş zamanlı olarak parklarda, meydanlarda, yerleşkelerde yapılan okuma etkinliği oldu. Ben de Ankara Abdi İpekçi Parkı'ndaydım. Etkinlik 12.30'da başladı. Ben 10 dakika kadar geciktim; vardığımda herkes sessiz sedasız okumaya koyulmuştu. Ne yalan söyleyeyim Akdenizli yapımıza güvenmiştim; zamanında başlamaz, biraz gecikir sanmıştım. Etkinlikten önce konuşma filan olduysa ben  bilmiyorum.

Böyle tahminlerde kötüyümdür; o emekçi ellerin etrafında kaç kişi vardır siz tahmin edin. Banklarda veya daha uzakta ayakta durarak okuyan çok sayıdaki insanı da hesaba katın. Her yaştan katılım vardı ama ağırlık gençlerdeydi. Büyük bir kalabalık değildi. Etrafta  etkinliğin amacı veya nedeni hakkında bilgi verecek bir şey yoktu. Yine de etkili oldu diyebilirim. Yanımdan geçen iki kişi  ayrı ayrı - heralde okuyanları rahatsız etmek istemediklerinden beni de fotoğraf çeker görünce - bana "Burada ne oluyor?" diye sordular. Nedenini söylediğimde orta yaşlı hanım "Afferin, çok güzel!" diyerek uzaklaştı. Genç adam önce "Anladım." dedi birkaç adım attı sonra dönüp "Bugünlük mü sadece? Yarın da var mı?" dedi. Bilmiyorum belki yarın da olsa o da gelecekti. Sonra önümden orta yaşlı, göbekli ve gevşek kravatlı 6-7 kişilik bir memur grubu geçti. En önde giden "4+4+4'ü protesto ediyorlar herhalde" dedi. Sonuç olarak sessizce kitap okuyan mütevazı kalabalık dikkat çekti. 


Ben giderken böyle güzel görüneceğini tahmin etmemiştim. Kitap ne güzel bir şey! Ben de ODTÜ Kütüphanesi'nden aldığım (daha doğrusu aldırdığım) Büyük Yazarların Gizli Hayatları adlı kitabı yanıma almıştım. Yalnız okuyanların hoş manzarasını izlemekten pek ilerleyemedim. 

Saatler 13.00'ü gösterince alkışlarla etkinlik bitti. Neşeli bir uğultu başladı. İnsanlar gülümseyerek ve konuşarak yavaş yavaş dağıldı. Kendini kaptıranlar okumaya devam etti. Ben de Adnan Ötüken İl Halk Kütüphanesi'nin yolunu tuttum. Ufakken buranın çocuk bölümüne üyeydim. Artık hem büyüdüğüm (uzun zaman önce) hem de mezun olduğum (maalesef bunun da üstünden az zaman geçmedi) için kendime yeni bir kütüphane bulmam gerekiyordu. Adnan Ötüken İl Halk Kütüphanesi'ne üye olmayı da son bir aydır düşünüyor ama hep üşeniyordum. Bu vesileyle üye olayım dedim ama kimliğimi evde unutmuşum. Benim gibi basit bir işi beceremeyenlerden değilseniz üye olmak çok kolay. Nüfus cüzdanınızla gidip ufak bir üyelik kartı doldurmanız yeterli.

Şunu da söylemeden geçemeyeceğim, ODTÜ ve diğer üniversite kütüphanelerinin de ödünç verme olanaklarını geliştirmesini çok istiyorum. Yıllık üyelik aidatı karşılığı en azından mezunlarına böyle bir güzellik yapsalar harika olur. Zira halk kütüphaneleri güzel ama akademik ve yabancı dilde kaynakları çok kısıtlı. Öte yandan insanların öğrenci kimliklerine dadanmak da pek pratik değil.

Bu hafta kütüphaneler de etkinlik düzenliyor sanırım. Ankara Adnan Ötüken İl Halk Kütüphanesi'nin Kütüphane Haftası Etkinlik Programı'na buradan ulaşabilirsiniz. Etkinlik sayısı kitap fuarına göre az olmasına rağmen daha nitelikli görünüyor. Eray Karınca'nın söyleşisine gitmek isterim. Belki bilen azdır ama kadın ve çocuk hakları konusunda çok çalışan, yenilikçi fikirleri (ve eylemleri) olan bir hakim, çok önemli bir isim. Televizyon programlarında izlemiş, konuşmasına bayılmıştım. Hatta blogu da var o da burada.

Benden notlar bu kadar. Siz de başka haberler varsa lütfen yazın :)

Not: İdefix 48. Kütüphane Haftası vesilesiyle sanal kitap fuarı başlatmış. İndirimler göz yaşartıcı değil ama yine de güzel ;)

23 Mart 2012 Cuma

Ankara Kitap Fuarı Notları



Evet, hava pek güzeldi.

Bugün (23 Mart 2012) Ankara 6. Kitap Fuarı başladı. İlk günden gittim tabi. İçten içe hayal kırıklığına uğrayacağımı biliyordum. Korktuklarım da başıma geldi. Yine de kitaplar güzel şeyler, onun içinde olduğu yer kötü olmuyor bunu anladım. İşte bazı gözlemler ve fuarı ziyaret etmek isteyeceklere yararlı bilgiler.

Ø  Fuarda pek ziyaretçi yoktu. Sanıyorum fuar ve stant görevlileri ile ziyaretçi sayısı aynıydı. Fuarın ilk günüydü, mesai saatiydi gibi gerekçeler bulunabilir elbette. Yine de fuarın 3 gün öncesine kadar hiç duyurulmadığı, fuarla ilgili bir internet sitesinin dahi bulunmadığı gerçeğini değiştiremeyiz. Bugün gitmemin bir nedeni de fuar etkinlikleri hakkında bilgi toplamaktı. Hangi çağda yaşıyoruz da fuar programını böyle gidip fuar kapısından alıyoruz? Gizli saklı bir fuar yapmaya kalksalar şu tavırlarından çok değişik bir tutum almalarına gerek yok açıkçası. Tüm bunların ışığında iddia ediyorum ki fuara ilişkin en geniş kapsamlı bilgiyi bu sayfada bulacaksınız! J Buyrun, imza günleri ve söyleşi/konferans programı işte burada!

23 Mart - 30 Mart tarihleri arasındaki imza günleri
Resmin üzerine tıklayıp büyütürseniz, rahatça okuyabilirsiniz.

31 Mart - 1 Nisan tarihleri arasındaki imza günleri ve 
söyleşi/konferans programı

Ø  Fuar yayınevlerinden çok kitap dükkânlarının ve dağıtımcıların katılımıyla gerçekleşiyor. Bunun birçok eksi tarafı var. Birincisi fuara katılanlar yayıncılığı içerik açısından değil de kâr-zarar hesabı penceresinden görenler olunca ticari kitaplardan geçilmez bir hal almış. Son birkaç aydır çok satan ne ise her stantta yığın yığın onlar var: Şah Mat, Küçük Mucizeler Dükkânı, İskender, Hürrem Sultan, Od, şu vampirli seri ve diğerleri. Tabi bunlar da olacak ama her stantta, çoğunlukla bunların olması saçma değil mi? Fuara gelenler belli ki kitap meraklıları. Yani bu kitapları zaten biliyorlar; ya okudular ya da okumak istemediklerine karar verdiler. İçlerinden hiçbirinin “Ah ben de bu kitabı arıyordum ama bulamıyordum”, “Almak istiyordum ama zaman bulamamıştım” ya da “Aa böyle bir kitap mı varmış ne güzel!?” demeyeceğine eminim. Bu kitapların satılacağını biliyorum ama stant sahiplerinin sandığı kadar satılmayacağını da biliyorum.

Ø  Satışlar beklenenin altında kalırsa bunun bir nedeni de fiyat politikası olacak. İndirim oranı yaklaşık  %20. Fena bir oran sayılmaz ama benim gibi internetten alışveriş yapanlar veya Zafer Kitapçılar Çarşısı’na gidenler için bu indirimin fazla bir cazibesi yok. İnsan az bulunan bir kitabı etiket fiyatından fazlasına bile satın alır ama stantların harcıâlem kitaplarla dolu olduğu düşünülürse (bu kitapları indirimli bulmak da kolay olduğundan) % 20 az. Misâl, Şah Mat'ı %20 indirimle satmanın bir anlamı yok çünkü oturduğum caddenin başındaki markette bu kitap 9,90 tl. Pazarlıkta pek iyi değilimdir. Bu açığımı fuarın son günlerinde elindeki malı satıp kurtulmak isteyen esnafın sabırsızlığıyla örtmeyi düşünüyorum. O yüzden birkaç kitap ve stant belirledim ama bir şey satın almadım. Bir hafta sonra şansımı deneyeceğim.

Ø  Yayıncıların doğrudan fuara katılmamasının bundan daha olumsuz bir tarafı daha var. Eğer yukarıdaki imza günleri programına baktıysanız anlamışsınızdır. İmza günlerinin kadrosu çok zayıf. En flaş isimler Savaş Vural, Fisun Önal, Yakup Kepenek ve Cezmi Ersöz. Fena bir okuyucu sayılmam aslında ama belki ben cahilimdir de diğer 100 ismi tanımıyorumdur, olabilir. Yalnız imza günlerinin hep aynı 4-5 yayınevi tarafından düzenlendiğine dikkat edince pek cahilliğime de sığınamıyorum. TÜYAP fuarlarında Nazlı Eray’ı görüp ah buraya da gelse keşke demiştim. Sanıyorum Doğan Kitap fuara katılmadığı için Eray da Ankaralı olmasına rağmen fuarda imza günü düzenlememiş. Görseydim mutlu olacağım başka bir Ankaralı isim de Barış Bıçakçı’ydı. Neyse bu fuarda da hiç imza gününe gitmemek varmış.

Ø  Ankara’nın yeni bir fuar alanına ihtiyacı var. Ben o basık ve koridorlara ayrılmış binanın fuar için ne uygun ne de estetik bir yer olduğunu düşünüyorum. Tamam belki istenen ve gereken modernizasyon hiç yapılmayacak ama kimse binanın bahçesindeki merdivenlerin çatlak ve kırık olduğunu da mı görmüyor? Ya o metro ile bina arasındaki toprak yola ne demeli? En azından bunlara bir el atılabilir.

Ø  Çeşitlilik bahsettiğim gibi “çok satan”ların gölgesinde kalmış biraz ama yine de küçük stantlarda farklı tarzlar (dini, milliyetçi, çocuk, sol, fantezi…) var. Birkaç stantta puzzle ve ufak oyuncaklar da gördüm. ÖSYM sınavları kategorisinden Karacan, Murat ve İhtiyaç’ı bulmak mümkün.

Ø  Bütün bunları okuyunca "Ne yani bu kadar mı kötü, oldu alacak biz hiç gitmeyelim" diyebilirsiniz. Siz yine de gidin. Birkaç güzel stant var mesela: Siyasal Kitabevi, Tan Kitabevi, Phoenix (buralarda farklı, enteresan kitaplar var) ,Can Yayınları (e Can işte), Uykusuz (imza günü 31 Mart'ta diye bir dedikodu var), NTV Yayınları (az öz), Ekinoks (diğer dağıtımcılara göre düzenli ve geniş yelpazeli)

NTV Yayınları'ndan Can Yayınları'na doğru, 23 Mart, Ankara

Alacaklarım:
Venüs’ün Son Gecesi – Nazlı Eray (buldum)
Bizim Büyük Çaresizliğimiz – Barış Bıçakçı (buldum)
100 Soruda Ekonomi El Kitabı - Sadun Aren (bulabilirsem)

İlginç Bulduklarım:
Türlerin Kökeni/Manga-Charles Darwin (Tan Kitabevi standı)
Burası Ankara (Phoenix standı)
Feminizm (Phoenix - bunu alabilirim aslında)
Dinazorlar Atlası (Çocuk kitabıydı ama hangi stantta gördüm unuttum.)

Fuar 1 Nisan'a kadar Atatürk Kültür Merkezi'nde devam edecek. 10.00-20.00 arasında ziyarete açık. Kitap güzel şey, o kadar çok kitabın olduğu bir yer de asla kötü olamıyor. İmkânınız varsa gidin, zevkinize göre bol bol alın. İyi okumalar!


Not: Birkaç 5-B öğrencisi sınıfça çıkardıkları şiir kitabını tanıtmak ve satmak için sırayla herkesi dolaşıyordu. Çok bilmişlerdi ve sesleri çok yüksekti. Bir süre aynı güzergahta dolaşmak zorunda kaldık. Eminim gelişimleri için bu yaptıkları faydalı bir şeydir ama benim çocuklarla aram pek iyi değil. İtici geldiler bana. Benle zaten konuşmuştunuz dedim, hemen inanıp gittiler. 




31 Mart Fuar Ziyareti Notu


Venüs'ün Son Gecesi - Nazlı Eray
Bizim Büyük Çaresizliğimiz - Barış Bıçakçı
Kadın Öykülerinde Ankara - Hazırlayan: Efnan Dervişoğlu
Feminizm - Gisela Notz
Burası Ankara - Kurthan Fişek

Ø  Fuar bugün çok kalabalıktı. Phoenix Yayınları'ndan bir editör, arkadaşımın arkadaşı çıktı. Onunla sohbetimizden geçen seneki fuara göre ilginin fazla olduğunu, geçen sene hiç böyle bir gün yaşanmadığını öğrendim. Yalnız hafta içi bu seneki fuarda da durum bu kadar parlak değilmiş. 

Ø  Her köşede bir yazar vardı. Uykusuz'un imza günü söylentileri doğru çıktı. Üstelik stant bir hayli kalabalıktı. 

Ø  Fuarın sondan önceki günüydü bugün ama indirimlerde pek artış yoktu. Birkaç stantta paradan daha kıymetli olan zamanınıza yazık edebilecek "ucuz" romanlar vardı. 

Ø  Yukarıda *Sel standından nasıl bahsetmemişim bilmiyorum. Takdir edilecek şekilde %30 indirim yapıyorlardı. Oradan "Kadın Öykülerinde Ankara" adlı öykü derlemesini aldım. Ünlü kadın ve Ankaralı yazarların Ankara öyküleri var. Bu kitabın İstanbul, İzmir, Karadeniz, Avrupa ve Doğu versiyonları da bulunuyor. Bu kitabı tespit ederek almamı sağlayan 'panpa'ma teşekkürü borç bilirim :) (Sabitfikir de hediye geldi.)

Ø  Ekinoks standından iki roman aldım: Nazlı Eray'ın son romanı "Venüs'ün Son Gecesi" (Merilyn'in sır dolu ölümüne ilişkin Ankara'dan Los Angeles'e uzanan esrarlı bir arayış...) ve Barış Bıçakçı'nın filme de uyarlanan "Bizim Büyük Çaresizliğimiz" adlı romanı (orta yaşlı iki dostun ve hayatlarına aniden giren genç kızın öyküsü). İki roman da Ankara'da geçiyor.

Ø  Ankara serim burada son bulmadı. Kurthan Fişek'in Hürriyet-Ankara'da çıkan köşe yazılarının bir derlemesi olan "Burası Ankara"yı da aldım. Bir yazısını yolda okudum bile ve çok eğlendim.

Ø  Aldığım son kitap Gisela Notz - "Feminizm" idi. Düşünce akımları serisinin ilk kitabıymış, kapitalizm, faşizm, sosyalizm gibi diğer -izm'ler yayına hazırlanıyormuş. Bir de neoliberalizm patlatmalarını dilerim. Şöyle David Harvey'nin "A Brief History of Neoliberalism" kitabı ayarında. İstiyorum çünkü neoliberalizmden bahseden çok, böyle tarih veya politika kitapları da var ama "Peki neoliberalizm nedir?" sorusuna verilen doyurucu bir cevap yok. Neyse bu konuyu çok uzattım, belki bir yazı da bunun hakkında yazarım.

Ø  Yordam Yayınları'ndan çıkan ve daha önce Tan standında tespit ettiğim "Türlerin Kökeni" mangası bitmişti. Üzülsem mi sevinsem mi bilemedim.  

Ø  Kısacası Ankara Kitap Fuarı'ndan Ankaralı kitaplar aldım ve günün hasılasından çok memnunum. Elimdeki kitaplar bitse de bir an önce bunlara başlasam...




16 Mart 2012 Cuma

Bitmeyen Kavga

John Steinbeck 1962 yılında Nobel Edebiyat Ödülü'nü aldığı açıklandıktan sonra bir basın toplantısı düzenledi. Toplantıda kendisini bu ödüle taşıdığına inandığı beş kitap vardı elinde. Bunlar; Fareler ve İnsanlar, Cennetin Doğusu, Gazap Üzümleri, Travels with Charley ve Bitmeyen Kavga'ydı. 27 kitabının ve birçok senaryo ve öyküsünün içinden seçtiklerinden biri de bu grev romanıydı, ancak bu roman hep kendisinden üç yıl sonra yazılmış olan Gazap Üzümleri'nin gölgesinde kaldı.


Torgas Vadisi; büyük 3 toprak sahibinin tüm ekonomiyi, bürokrasi ve medyayı kontrol ettiği, her yıl karın tokluğuna elma bahçelerinde çalışmak üzere mevsimlik işçilerin akınına uğrayan, grev ve her türlü işçi hareketine karşı örgütlenmiş bir yer. Jim yeni yetme bir  "kızıl". Yeni ama donanımsız değil. Onun şartlarındaki birinden beklenmeyecek kadar çok okumuş, babasının tek kişilik öfke ve mücadelesinden kendine dersler çıkarmış, annesinin ölümü ve haksız yere hapse atılışıyla artık kendini manevi olarak huzura erdirecek bir amaca adamaya karar vermiş bir genç adam. Mac ondan daha tecrübeli, iş bitirici, sosyal ve hırslı bir "partili". Onun işi işçilere grev yapmayı öğretmek. İşte roman da bu ikilinin birbirini bulup Torgas Vadisi'ne gitmeleriyle başlayan olayları anlatıyor.


Pixley Pamuk ve Mac


Pixley Pamuk grevinin lideri Pat Chambers (önde)
San Joaquin Vadisi çiftçileriyle mücadelede, 1933
Kaynak: as.sjsu.edu/steinbeck/index.jsp
Torgas Vadisi'yle aynı bölgede (Kaliforniya) bulunan pamuk tarlalarından sık sık bahsediliyor kitapta. İşte o Pixley pamuk tarlaları gerçekten de 1933 yılında ABD'deki Komünist Parti üyesi grev liderleri başkanlığında şiddetli bir greve sahne olmuş. Steinbeck bu grevi yakından takip etmiş, grev liderleriyle görüşmeler yapmış. O liderlerden Biri solda resmini gördüğünüz Pat Chambers. Kitaptaki Mac karakterinin, onu ve diğer liderleri yansıttığı söyleniyor. Jim de aslında başka grev liderlerinden esinlenilerek yaratılmış. Zaten kitaptaki sade detayların gücü, kurgudaki kasaba yönetimi, halk komitesi, finans kurumu, üreticiler birliği, gazete gibi çok sayıda faktörün etkileşiminin geniş şekilde sunulması, kitabın gerçek hayattan ne bol beslendiğini anlatıyor.


Kızıl Roman?


Kitap Gazap Üzümleri'nin gölgesinde kalmış desem de aslında bu edebiyat çevrelerinin gözünde böyle. Steinbeck için böyle olmadığını zaten söyledim. Daha önce görece neşeli eserler veren Steinbeck'in okuyucuları, siyasi ortama rağmen, en çok okunanlar listesine sokarak kitaba hak ettiği ilgiyi göstermiş. Kitabın belki de daha da çok ilgi gördüğü bir yer de Sovyet bloğu ülkeleri. Doğu Avrupa'nın komünist rejimleri bu kitabı kapitalizm eleştirisi olarak yorumlamış ve desteklemiş. Halksa kendi mücadelelerinin bir anlatısı olarak kitabı o kadar sevmiş ki 40'lar ve 50'lerde neredeyse her evde bir Steinbeck romanı bulunurmuş.


Pat Chambers, Pixley Pamuk grevinde 
işçilere hitap ederken 
Kaynak: as.sjsu.edu/steinbeck/index.jsp
Bu kitap gerçekten de Mac ve Jim'in ağzından yazılmış bir komünizm, işçi hareketi ve devrim güzellemesi mi?  Öncelikle başta Sovyet bloğu olmak üzere yayınlandığı ülkelerde kitabın böyle algılanması biraz duygusal çarpıtmanın sonucu. Böyle olmasını isteyen gözler sermaye sahiplerinin saf kötü, işçilerinse saf iyi olarak çizildiğini görebilirler bu kitapta. Steinbeck'in sol görüşlere sahip olduğu bir gerçek. Öte yandan ben işçilerin ve "kızıllar"ın iyilik ve erdem timsali katıksız "iyiler" olarak gösterildiğini düşünmüyorum. Mac manipülatif, amaca ulaşmak için her yolu mubah sayan, öte yandan zaman zaman duygularına yenilen, "dava"ya odaklanıp diğer bütün başka şeyleri (ölenleri, bireylerin kayıplarını) gözden kaçıran bir adam. İşçiler aralarında dürüst-yalancı, pis-temiz, uysal-asi her tip adamın olduğu bir grup ama kimi zaman tembeller, bir hedef için çalışmaktansa anlık ihtiyaç ve arzularının peşinden gidiyorlar. Güvenilmezler, çıkarcılar, manipülasyona çok açıklar, dengesiz ve irrasyoneller. Böyle işçi güzellemesi olur mu?


İnsanın Bitmeyen Kavgası


Daha da önemlisi eğer Steinbeck kişisel görüşlerine yer verdiyse bunlar Mac'in değil, Doktor Bruton'ın ağzından çıkanlar. Doktor ne sermayedar ne de mavi yakalı. Ne kapitalizm ne de komünizm aklına yatıyor. O işin biraz daha felsefi tarafında. Bu bitmeyen kavgayı insanın içindeki iyi ve kötünün savaşı olarak görüyor. Kızılların aksine bireye önem veriyor. Grevde siyasi olayları, işçi sınıfının hareketlerini değil, bireyin toplum içindeki hareket tarzını ve kötü ile iyi arasındaki mücadelesini gözlemliyor. Grev kampında çalışmasının tek nedeni "insan"a şahit olma hevesi. Çünkü ona göre bu da onun bitmeyecek savaşlarından biri. İnsanın içinde kendine duyduğu sevgi ve nefret bir arada bulunuyor, sürekli çatışıyor ve biri diğerini dengeliyor. Bütün bunlar insanın kendi içindeki çekişmenin yansıması belki. Bu yüzden insan ancak son bir birey (kendisi) kalıncaya kadar herkesi yok ettiğinde huzur bulabilir. Bütün bunlar kitaba siyasiden çok felsefi bir alt metin kazandırıyor. Aynı iyi-kötü mücadelesini Fareler ve İnsanlar ile Cennetin Doğusu'nda da görmek mümkün.


Kayıp Cennet


İyi ve kötünün savaşı aslında kitabın adında da vurgulanmış. "In dubious battle" (Bimeyen Kavga) John Milton'ın 17. yüzyılda yazdığı, Lucifer'in Tanrıya isyan edip cennette savaş çıkarmasını ve sonunda kovulmasını konu alan Paradise Lost adlı şiirindeki şu mısralarda geçiyor: His utmost power with adverse power opposedIn dubious battle on the plains of Heaven.  Steinbeck kitabı üzerinde çalıştığı dönemde arkadaşı Wilbur Needham'a yazdığı bir mektupta bu satırları kastederek şöyle diyor: Yeni kitabım, Kayıp Cennet'in başında Lucifer'in 'ruhların kuşandığı sayısız güçten' bahsettiği pasaja atfen Bitmeyen Kavga* adını taşıyor.


Yine aynı şiirde "Daha iyidir hükmetmek cehennemde/Kulluk etmektense cennette" diyen Lucifer Steinbeck'e ilham veren mısralarda verdiği savaşı betimliyor ve "dubious" sıfatını uygun görüyor. Cennetin ovalarındaki "dubious" (şüpheli, belirsiz) savaş ikili anlamda kullanılıyor. Şeytan'ın açısından bakılırsa bu mücadelenin herkese açık, iki tarafın da galip gelebileceği bir  mücadele olduğu anlamı çıkarılıyor. Tanrı'nın açısından bakılırsa Şeytanın savaşı inanması güç, şüphe uyandıran, karanlık bir savaş. Steinbeck'in romanına ve romanda anlatılanlara da iki açıdan da bakmak mümkün. Herkesi ilgilendiren, herkesin kazanabileceği bir mücadele de denebilir, içinde bir pislik olan karanlık bir uğraş da... İsyancılar kahraman da olabilir, hain de...

Son söz: Okuyunuz efenim!


Not: Bence London tam da ikinci fotoğraftaki kel adam gibi biri, sadece biraz daha iri.


* Kitabın orijinal adı In Dubious Battle. Şiirde bu "Cennetin ovalarında şüpheli savaşta" şeklinde geçiyor. Kitabın adı ise yukarıda anlattığım çift anlamlı etkiyi verecek tek bir sözcük olmadığından belki de, Bitmeyen Kavga olarak çevrilmiş.

Carl Sagan: Bir Kitap, Bir Film, Bir Belgesel Dizisi

Kaynak: blogs.agu.org
Kitaplar üzerine yazıyorum aslında ama bugün kısmen bunun dışına çıkacağım. Bir kitaptan, bir filmden ve bir belgeselden bahsedeceğim. Ortak noktaları içlerindeki çocuksu bir bilgi tutkusu, kainatın gerçekleri karşısında duyulan saf bir hayranlık ve saygı, kolay anlaşılan etkileyici bir sunum. Bütün bunları bu eserlere kazandıransa parlak bilim insanı, astronomi profesörü, fen bilimlerinin gülen yüzü: Carl Sagan

Bir Kitap: Karanlık Bir Dünyada Bilimin Mum Işığı

Bu Sagan'ın en meşhur kitaplarından biri. Adını Orta Çağ Avrupası'ndaki cadı avlarına tepki olarak 1656 yılında yazılmış olan Thomas Ady'nin A Candle in the  Dark (Karanlıkta Bir Mum) isimli kitabından alıyor. Kitabın aralarında çocukların da bulunduğu milyonlarca masumun hiçbir kanıt yokken, para, güç, kişisel çıkar ve otorite için yakılarak öldürülmesini eleştirmesi gibi, Sagan'da yine aynı amaçlarla çağımızda insanların kolay inanırlıklarının ve ilkel istek ve ihtiyaçlarının sömürülmesine, insanların aldatılıp daha umutsuz ve mutsuz bir duruma itilmesine karşı çıkıyor. Kendimizi şarlatanlardan korumak için eleştirel düşünceyi, merakı ve kuşkuculuğu nasıl kullanabileceğimizi anlatıyor. Bu arada verdiği örneklerle birçok aldatmacayı gün ışığına çıkarıyor. Bu aldatmacaların içinde neler mi var? Uzaylılarca kaçırılma hikayeleri, dini metinlerdeki şifreler, her türlü fal, ruhlar alemiyle temas, uzaylılarla bağlantı kurma, algı ötesi yolculuk, ruh-beden değiştirme, tılsım, büyü, üfürükçülük, bunlarla şifa verme... Bu listenin bu kadar uzun olması üzücü.

Yazar sık sık Musevi be Hıristiyan inancından hurafeleri de örnekleyerek çürütüyor. Mesela Meryem Ana'nın sıradan insanlara görünerek nispeten basit bir istekte bulunması - adına sunak yapılması veya vergilerin zamanında ödenmesi (!) gibi. Sanırım İslam'la ilgili yeterince bilgisi olmadığı için buradan pek örnek vermiyor. Ama kadınların dövülebileceğini fetva eden kimi dini otoriteleri, cin çıkarmak bahanesiyle kadınlarla ilişkiye giren hocaları, arsası istimlâk edilmesin diye üstüne bir "yatır" konduranları, birkaç üniversitelinin şaka amaçlı yazdıkları "Bardakçı Baba Türbesi" yazısının şifa bulma umuduyla insanların akın ettiği bir yere dönüşmesini, geleceği görebildiği halde neden at yarışı veya loto oynayarak değil de insanların parasını alarak geçindiğini anlamadığım medyumları görünce ne İslamiyet'in ne ülkemizin şarlatanlık yarışında geri kalmadığını görüyorum.

Sagan çok akıcı, kolay anlaşılan, ilginç örneklerle dolu bir kitapla yalan, boş inanç ve çakma bilimin gerçek bilimden nasıl ayırt edileceğini, şarlatanların foyasının nasıl ortaya çıkarılacağını bilimsel yöntemlerle anlatıyor. İddialarını bilimsel testlerle karşılaştırıyor, iddialardaki boşlukları akıl yürütme ve soru sorma yöntemleriyle ortaya koyuyor, iddiaları açıklayıcı gerçek üstü değil bilakis son derece doğal ve basit nedenler sunuyor. Hiç kibirli ve dominant bir tavrı olmamasına rağmen okuduğunuz astroloji sayfaları ve baktırdığınız kahve falları için suçluluk duyuyorsunuz. Gerçek olmadıklarını biliyoruz; sadece eğlence olsun diye yapıyoruz belki ama bunlara inanan ve inanları sömüren çok insan var. Onların ekmeğine yağ sürdüğünüz, aynı sürede gerçeklerin ve bilimin kat kat eğlenceli dünyasına bir şans vermediğiniz için kendinizi kötü hissediyorsunuz.

İlk iki bölüm kitabın amacını ve mantığını anlatmaya adandığı için biraz kendini tekrarlayan ve durağan bölümler gibi gelebilir ama sonra eğlence başlıyor. Ben özellikle cadı avlarının iç yüzünü, UFO'lar ve uzaylılarla ilgili iddiaların bilimsel açıklamalarını (hayır uzaylılarca kaçırılmak diye bir şey yok:)), sanrılar ile sözde ölüler dünyası arasındaki bağı anlattığı bölümleri çok sevdim. Genel olarak "En hakiki mürşit ilimdir" ilkesine bayıldım.

Aşağıda kitabın orjinalini .pdf formatında bulabilirsiniz. Türkçesini isteyenler için Tübitak Popüler Bilim Yayınları çok ucuz :)



Bir Film: Contact (Mesaj)

1997 yapımı olan ve başrolleri Jodie Foster ile Matthew McConaughey'in paylaştığı Contact filmi, Carl Sagan'ın 1987 yılında yayınlanan aynı isimli bilimkurgu romanın sinema uyarlaması. Sagan bu filmin öyküsünü de yazmış.

Hikâye, diğer galaksilerde yaşayan akıllı varlıkların tespit edilebilmesi için büyük radyo radarlarla düzenli şekilde bir taranması projesinin sessiz sedasız uzun yıllar devam etmesiyle başlıyor. Projenin işe yaramaz olduğu düşünülürken evrenin derinliklerinden gelen ve kendini tekrarlayan radyo dalgaları tespit ediliyor ve olaylar gelişiyor.

Filmin güzel yanı, bu tip bilimkurgularda, özellikle günümüzde, kullanılan  müthiş görsel efektler ya da yaratıcı kostüm ve makyaj tasarımları değil. Belki de tam bu noktadaki sadelik ve ayakların yere basması filme eskimeyen bir güzellik veriyor. Filmin en güçlü noktası Sagan'ın yazdığı hikâyesi. Hikâyedeki radar projesi, alınan ilk mesaj, dünyanın tepkisi ve uzaydaki boyutlarla solucan delikleri gibi parçalar gerçeğe dayanıyor. Örneğin olası mesajları tespit etmek için kurulan dev radarlar gerçekten de SETI (Dünya Dışı Akıllı Yaşamı Araştırma) programı çerçevesinde 1960'lardan günümüze değin kullanıldı. SETI çalışmalarında yer alan ve kariyerini uzay araştırmalarında yapmış olan Sagan'ın bilimkurgu meselesinin kurgu kadar bilim kısmında da doyurucu olması şaşırtıcı değil. Birçok bilimkurgu kitabı bu öyküye kıyasla "fantezi" kalıyor. Üstelik filmin kimi bölümleri din, insanın biricikliği, köktencilik gibi konularda önemli mesajlar de içeriyor. 

Filmi sevmemin bir başka nedeni, ünlü televizyoncuların (mesela Larry King, Jay Leno, Robert Novak), Biyolog Ann Duryan, Amerikalı Siyasetçi Geraldine Ferraro ve ABD eski Başkanı Clinton'ın (görüntüleri dijital olarak oluşturulmuş) filmde yer alması. Bu, güçlü bilimsel altyapının inandırıcılığıyla birleşince müthiş bir gerçeklik hissi veriyor. 

Buraya bir fragmanını koymak istedim ama fragmanları fazla detaylı, özet gibi. Filmin heyecanı kaçmasın; siz de benim gibi NASA tarafından tüm zamanların en iyi ikinci bilimkurgu filmi seçilen bu filmi bir mesaj geldiğinden başka bir şey bilmeden izlemeye başlayın :)


Bir Dizi Belgesel: Cosmos

Cosmos: A Personal Voyage,1980 yılında PBS için çekilmiş birer saatlik 13 bölümden oluşan bir belgesel dizisi. Evrenin ve Dünyanın oluşumu, Bing Bang, hayatın başlangıcı, evrim, doğal seçilim, Güneş Sistemi, Mars ve Venüs'ün yapısı, Voyager uzay aracının keşifleri, yıldızların hayat döngüsü (pulsarlar, kara delikler, kuasarlar), bilim tarihi, Eisntein'in Görecelilik Teoremi, boyut-zaman ilişkisi, akıl kavramı, insan beyni, dünya dışı akıllı yaşam, insanlığa ve dünyamıza karşı sorumluluklarımız gibi konuları ele alıyor. 

Ben bunları sayarken sizin içiniz daraldıysa buna kanmayın. Efsaneler, popüler kültür, günlük hayattan örnekler ve harika görsellerle Sagan'ın çocuksu hevesi birleşince 2-3 bölümü bir arada izliyorsunuz. "30 yıl önce çekilen belgesel ne işe yarar?!" da demeyin. Birincisi, evrenin yapısı, doğal seçilim, dünyanın oluşumu gibi konularda son 30 yılda değişen bir şey olmadı, milyarlarca yıldır bunlar hep aynı... İkincisi, gerektiğinde bölüm sonlarında güncellemeler yapılmış. Bu bölümlerde Sagan'ı kır saçlarıyla görüyoruz. Üçüncüsü, çekildiğinde zamanının o kadar ilerisindeymiş ki, kıyafetler ve saç modelleri dışında dizinin geçtiğimiz yıllarda çekilmiş olduğuna inanmak mümkün. Burada ufak bir not: Geçen yaz Neil deGrasse Tyson'ın sunacağı yeni bir "Cosmos" serisinin çekileceği duyuruldu.

Cosmos'la tanışmam ortaokulda İngilizce öğretmenimizin sınıfta bir bölümünü izletmesiyle oldu. Sagan'ın o tane tane İngilizcesini kâh anlıyor kâh da anlamayıp kendimizi görüntülerin büyüsüne kaptırıyorduk. Yani Türkçe alt yazılı olmayan versiyonları da korkmadan izlenebilir. Ayrıca isteyenler belgeseli Sagan'ın Türkçeye de çevrilmiş olan Kozmos: Evrenin ve Yaşamın Sırları adlı kitabıyla destekleyebilir.

Belgeseli internetten izleyebilirsiniz. Görüntü ve ses kalitesi açısından DVD'de ısrarlıyım ama nereden bulursunuz bilemem. (Amazon?) Ben Türkiye'deki en büyük DVD dükkânlarında görmedim, taa Meksikalardan aldım. Bu vesileyle zır zop, her tür Hollywood yapımını ve "Dünyanın Sonu: 2012" gibi saçma hurafeleri burnumuza dayayan ama Emmy (1981) ve Peabody (1980) Ödüllü, IMDB skoru 9,5/10 olan, 60 ülkede 600 milyondan fazla insanın izlediği bu klasiği satmayan kültür-sanat sektörümüze teessüflerimi sunuyorum!



Mart 2014 Güncellemesi

Cosmos: Bir Uzay Serüveni, Neil deGrasse Tyson tarafından yeniden çekildi. National Geographic Channel'da her cumartesi saat 21:00'de izleyebilirsiniz.


9 Mart 2012 Cuma

Hayatın Kurgusu: 2- Biyografiler

Hayat en büyük kurgu ustası. En yaratıcı hayalleri zorlayan öyle hayatlar yaşanıyor ki... İşte bu hayatların sahipleri ya zaman ya da yetenek eksikliğinden öykülerini kayıt altına alamazsa devreye yetenekli kalemler giriyor. Belki bu durum, özellikle kahraman artık hayatta değilse, birinci ağızdan dökülen itirafları, sırları, duygu ve düşünceleri engelliyor ama yetkin biyografi yazarları, geniş araştırmaları kısmi bir tarafsızlıkla harmanlayıp etkileyici kitaplar ortaya çıkarıyorlar. Yine de hayatların kendisinin yanında sönük kalıyorlar sanki...  Ne hayattan daha etkileyici olabilir ki?


Akıl Oyunları - Sylvia Nasar


Akıl Oyunları kitabı Türkiye'de filminin gösterime girmesinin hemen ardından
basıldı.  Film o kadar tuttu ki kitap kapağını baş rol oyuncusu Russle Crowe 
süsledi. Kupürler 2002 yılına ait. 

İktisat, matematik, politika, sosyoloji, biyoloji veya fizik okumadıysanız John Forbes Nash, Jr.'i duymamış olabilirsiniz. Bir  bilim adamının birbirinden böylesine farklı alanların tümünde adından söz ettirmesi sanırım en son mimarların aynı zamanda astronomi ve matematik, doktorların ise kimya ve felsefeyle de uğraştığı Rönesans döneminde yaşanmıştır. İnsanların bir akademik disiplinin bir branşındaki tek bir konunun bir yönüne tüm hayatlarını adadıkları bir çağda, Nash kişilerin rekabet ve işbirliği davranışlarını matematiksel bir modele dönüştürmeyi ve yüzyıldır cevaplanamamış matematik ve geometri sorularını çözmeyi başararak tüm bu alanlara önemli katkılar sağladı. Bunlar öyle önemli katkılardı ki katkıları "Nash..." (Örn: Nash Dengesi) formülüyle anılmaya başlandı ve adı artık makalelerine referans verilmesini gerektirmeyecek bir marka seviyesine ulaştı. 

İşte Sylvia Nasar'ın yazdığı Akıl Oyunları (A Beautiful Mind) böyle bir dehanın hayat hikayesi. Üstelik yukarıda anlatılanlar hikayenin sadece ilk kısmı. Her zaman insanlardan uzak, kibirli, kolayca yoğunlaşabilen ve sosyal becerileri kısıtlı bu dahinin 30 yaşında profesörlüğe terfi etmesi aynı zamanda aşırı bilinç, huzursuzluk, sanrılar ve gerçeklikten kopma gibi şizofreni belirtilerinin yoğunlaştığı bir döneme denk geliyor. Böylece Nash'in birkaç sayfalık devrim niteliğindeki makalelerinin klasikleştiği, ama kendisinin kimi zaman kliniklerde kimi zaman eşi Alicia'nın yanında yaratıcılığını ve dehasını felç eden paranoit şizofreni ile savaştığı ikinci dönem başlıyor. Genç matematikçiler onu öldü sanıyor, eskiler unutuyor, bir zamanlar kibri ve dehasından ötürü ona takılan "Gnash" adı, üniversite koridorlarında hayalet gibi dolaşması nedeniyle "Phantom of the Hall" ile değişiyor. Rahatsızlığı nedeniyle hak ettiği ödül ve onurlardan da mahrum bırakılan Nash, 25 yılın sonunda usulca geri dönüyor. Bilgisayar programları yazıp hastalığı başlamadan önce ilgilendiği problemleri araştırmaya koyuluyor. Bu üzücü hikayeye mutlu bir paragraf eklemek, unutulmuş ve hak ettiği ödülleri alamamış bu dehaya bir takdir sunmak için sevenleri tarafından yapılan yoğun lobiler sonucunda, ama en çok da Oyun Teorisi'ne kattıklarıyla 1994 Nobel Ekonomi Ödülünü alıyor. 

John Forbes Nash, Jr.
Kaynak:  wvencyclopedia.org
Kitap sadece Nash'in hayatını değil, akademik camia, Soğuk Savaş dönemindeki ABD toplumu, siyaseti ve bilim dünyası, Nobel Ödülü, şizofreni ve psikiyatri hakkında da çok ilginç ve değerli bilgiyi de içeriyor.  Gazetecilik profesörü olan Nasar'ın kitap için yaptığı derin araştırma müthiş. Nasar öyle çok araştırmış ve aktarmış ki biyografinin içinde birçok popüler bilim makalesi saklanmış gibi. Ayrıca Nash'in kişiliği hakkındaki tahliller doyurucu. Öte yandan yazının akıcılığı inanılmaz. Bu yazıyı yazmak için elime aldığım kitabın yine fark etmeden 100 sayfasını bir çırpıda okudum. Fotoğraflar siyah beyaz ve saman kağıda basıldığı için pek iç açıcı değil ama anlatılanların etkisiyle insan bunu pek önemsemiyor. Ayrıca kitap da konu aldığı deha gibi başarılı: biyografi dalında Ulusal Kitap Eleştirmenleri Ödülü (1998), Pulitzer Ödülü adaylığı, Rôhne Poulenc Ödülü kısa listesi (1999), New York Times Best-Seller listesi...


Onun Parlak Işığı - Danielle Steel


Danielle Steel'i sayısız aşk-macera romanlarından biriyle tanıyor olabilirsiniz. Bu kitap belki dili, anlatımı ve duygusallığı açısından diğer Steel kitaplarına benziyor olabilir. Oysa içeriği ve şüphesiz yazarına yaşattıkları açısından bambaşka. Çünkü bu ünlü yazarın 8 çocuğundan biri olan Nick Traina'nın kısa ve üzücü hayat hikâyesi.

Önsöze göre "Bu, bir hastalığın, bir yaşam savaşının ve ölüme karşı yarışın öyküsü." Bahsedilen hastalık manik depresyon. Kimi zaman manik (aşırı, saplantılı, uçlarda) kimi zaman da depresif (mutsuz, karamsar, yılgın) uçlara savrulan zeki ve sevimli çocuk büyüdükçe hastalığının da boyutları büyüyor. Aile,  belirtilerin ağırlaşmasıyla Nick'e tehşis konulmasından ona destek olmak için gereken şartları sağlamaya, onu kendinden korumaktan kendi ruh sağlıklarına sahip çıkmaya amansız bir mücadeleye girişiyor.

Steel'e göre bu kitabın yazılmasının iki nedeni var. Birincisi, kendisinden başka bir kitabı ona adamasını istemiş olan oğlunun hatırasını onurlandırmak. İkincisi ise bu hastalıkla mücadele eden ailelere kendi bilgi ve tecrübelerini aktararak onlara umut vermek, yardımcı olmak. Belki de biraz da hastalığın ölümcül olduğu konusunda insanları uyarmak. 

Danielle Steel ve oğlu Nick, 1997
Bu biyografiyi diğerlerinden ayıran şeyse yazarın hayatı anlatılan kişiyi belki de kendisinden iyi tanıyan kişi olması. Steel'in kitapta anlatılanlara şahit olmasının, birinci elden bilgi edinmesinin kitaba yaptığı katkı bir yana bu duygu yoğunluğuna da yansımış. Duygusal kitaplar yazan Steel'in kaleminin işlekliği oğlunu kaybedeli henüz 1 yıl olmamış olan bir annenin acısıyla birleşince sık sık gözlerinizin dolduğunu veya boğazınıza bir yumrunun oturduğunu hissediyorsunuz. Bu duygusallık kimilerine fazla gelebilir. İtiraf etmeliyim ki kuzguna yavrusu şahin görünür misali Steel'in sürekli oğluna güzellemeler yazması, Nick'in acısını anlamaya çalışırken diğer aile bireylerinin çektiklerinden yeterince bahsetmemesi kitabın eksileri. Ancak yazarın hayatına, manik depresyona ve bu hastalıkla mücadelede karşılaşılan zorluklarla ilgili önemli ve ilginç bilgilere verdiği için okumaya değer olduğunu düşünüyorum. Özellikle bu alanda çalışan profesyoneller ve benzer rahatsızlıklar mücadele edenlerin yakınları tarafından...

Kitabın etkileyiciliğini artıran başka bir unsur da fotoğraflar. Fotoğraflar siyah-beyaz olsa da çok ilginç. Yandaki fotoğraf bunlardan biri. (Arka kapakta kullanıldığı için renkli.) Nick'in ölümünden kısa süre önce ablası Beatie'nin düğününde çekilmiş bir fotoğraf. Ayrıca kitapta müzisyen olan Nick'e ait şarkı sözlerine, onu tanıyanların ifadelerine, anne-oğul arasındaki mektuplara ve Nick'in günlüklerinden alıntılara da yer verilmiş.


Zarafet - Donald Spoto


Hepburn bu kitaba kadar benim için zarif bir kadın, retro eşyalarda veya mekanlarda dekorasyon amaçlı kullanılan bir yüz ve bir de uçakta izlemeye başlayıp sonra uykunun cazibesine kapılarak yarım bıraktığım Breakfast at Tiffany's demekti. Bu kitabı da bana bir buçuk liraya mâl olduğu için aldım. Kitabı okuyunca anladım ki Hepburn aslında orta-üst sınıftan bir adamın karısı olmayı, 4-5 çocuk doğurup hayır işlerinde çalışarak yaşlanmayı isteyen ama ekmek parası kazanayım derken meşhur olmuş zarif ve çalışkan bir kadın.

Hepburn istisnai bir yeteneği olmasa da disiplini, sabrı, çalışkanlığı ve insan ilişkilerindeki olumlu tavrıyla başarılı işler yapmış.  Başarılı filmleri kadar kötü işleri de olmuş. Hollywood yıldızı olmasına rağmen Avrupa'da filmler çekip Avrupa'da yaşamış. Ölümden döndüğü müthiş zorlu bir çocukluk geçirmiş. Bu çocukluğun, alçak gönüllü yetiştirilmesinin ve sevip sevilme ihtiyacının bir sonucu olarak hayatının son döneminde kendini özellikle çocuklarla ilgili hayır işlerine vermiş. Hepburn'u anlamak için Breakfast at Tiffany's ve Roman Holiday kadar , belki daha fazla The Nun's Story'ye bakmak gerek. Hepburn'ün çocukluk yılları ve The Nun's Story filminin hazırlık dönemini en çok beğendiğim kısımlar oldu. Yalnız kitap Hepburn'ün özel hayatından çok kariyerine yer vermiş. Özellikle oyuncunun özel hayatını merak edenler başka biyografilerini okumayı tercih edebilirler.

Yazarın sinema tutkusu ve detaylı araştırması kendini gösteriyor - özellikle kitabın sonundaki 22 sayfalık referans listesinde.  Hepburn'ün rollerine nasıl hazırlandığı, filmlerinin güçlü ve zayıf yönleri,   o dönemde aldığı eleştriler, Hollywood ve Avrupa film sektörleri arasındaki farklar gibi konularda açıklamlar var. Bu açıdan sıradan okuyucuların yanı sıra sinema severlerin ve sinema öğrencilerinin de faydalanabileceği bir kitap. Siyah-beyaz da olsa fotoğrafların kuşe kağıda basılması güzel olmuş; hem daha net görünüyor hem de ileride solup bozulmayacağa benziyor. Fotoğraflar genelde filmlerinden ve setlerden alınmış. Çocuklarının veya düğün, tatil, kutlama gibi özel hayata ilişkin fotoğrafların olmaması biraz hayal kırıklığı yarattı. 

Spoto doktora seviyesinde teoloji eğitimi almış, 12 yıl üniversitede profesörlük yapmış sonra da sinemaya olan tutkusunu film endüstrisinin ünlülerinin biyografilerini yazmaya akıtmış. Bu dramatik kariyer değişimine bir de teoloji eğitimi almış birinin homoseksüel olmasını ekleyince birileri de Spoto'nun hikayesini yazmalı diye düşünüyorum. Ama Spoto'nun cevabı farklı: "Yo, bir yazarın hayatına ilgi duyacak birini hayal edemiyorum. Bütün gün bir odada küçük kağıt parçalarıyla tek başımıza oturup onlardan bir anlam çıkarmaya çalışıyoruz."

6 Mart 2012 Salı

Güral'ın Tornasından Bu Kitap Nasıl Çıktı?

Biyografi dahil, yaşanmış öykülere ilgi duyuyorum. Hayat öyle enteresan ki en kötü anı/biyografi/otobiyografi kitabı bile vasat bir kurgudan daha etkileyici ve öğretici oluyor. İşte bu düşüncelerle eskaza elime geçen Rıdvan Akar'ın yazdığı Rıza Güral'ın Tornası kitabını okumaya başladım. Kitabın başlarında da az önce yazdıklarımın geçerli olduğunu düşünerek halimden memnundum... Sonra...

Hata Etmişim, Çok Geç Anladım...

Kapak biraz bezgin mi olmuş?
Sonra 21. sayfada "bir çok" yazıldığını gördüm. Olabilir mi? Aslında olamaz, olmaması gerekir ama hadi Akar'ın bir gazeteye yaraşır kısa ve net cümlelerinin akıcılığının hatrına görmezden gelelim. 31. sayfada şu evlere şenlik cümle benim için sonun başlangıcı oldu: "O yılların efsane sanatşıcı Hamiyet Yüceses'i dinleyecek,  'in "yeşşeee" deyişiyle kendilerinden geçeceklerdi." Hayır, ne ben yanlış yazdım ne siz eksik okudunuz. Aradan bir özel isim uçup gitmiş. İşte bu noktada ben edebiyat öğretmeni kalemimi elime aldım başladım düzeltmeye. 

"1. Dünya Savaşı", "saat 03'te" gibi sırıtan yazımları geçtim zira önümde daha vahim hatalar vardı. Bütün kitap boyunca tırnak içine alınarak aktarılmış konuşmalar küçük harfle başlayıp sonunda bir noktalama işareti olmadan bitiyordu. Ah pardon, tırnak içine alınmış cümlelerden büyük harfle başlayanlar da var: bir paragraf oluşturanlar. Tabi bu ilginç yazım kuralını bulana ne kadar uzun olursa büyük harfi ve noktalama işaretini hak ediyor diye sormak gerek. Zaten onaylama anlamındaki "tabi"nin "tabii" (doğal) olarak yazılmasını "apartopar", "...her zaman için Pazar sorunu..." (3 kere), "hiç bir", "koydular..", "gözükaralığı", "doğalgaz", "iş'in içinde", "iş'te", "ağabey'i Erol", "Rıza ağabey'den", "birşey", "1994'de", "büyük Adliye binası" ve diğerleri takip edince ben bu soruyu unuttum.

Kafalar Karışmış

Yazım o kadar uydurma, o kadar baştan savma ki hatalarda tutarlılık bile yok. Sayfa 82'de iki defa "Güralların" denirken sekiz sayfa sonra "Gürallar'ın" denmeye başlanmış. Aynı kafa karışıklığı aynı sayfada (171) "1 Kasım" ve "01 Ocak", başka bir sayfada (192) ise "2009 yılının Mayıs ayında" ve "2010 yılı mayıs ayında" yazılmasıyla devam etmiş. Tabi kitap boyunca "iş adamı" yazılıp arka kapakta "işadamı"na dönülmesi de var. Şimdi imlâ bilmeden basit bir mantıkla, ikisinden biri doğruysa diğerinin de doğru olamayacağı ortadayken neden yaptınız bunu, neden?

İşte Bu Çok Fazla

Ama bu yazıyı yazmamın nedeni tüm bunların üstüne tüy diken anlatım bozuklukları oldu. ÖSYM Türk gençliğine hiçbir şey öğretmediyse anlatım bozukluğunu ve gidermeyi öğretmiştir. Ortalama bir lise öğrencisi "yüzde 85'ler" demez. (Türevleri tam dört kez kullanılmış.) Yüzde 85'lere varan karlılıktan kastınız %85,1, %85,2, %85,3 ise orasını bilemem. Ah, evet, biz Türkçede ondalık değer belirtirken virgül kullanıyoruz; sizin gibi nokta kullananlar İngilizce yazanlar. Tabi sık sık "section" (bölüm) , "know-how" (yap-bil/işbilirlik), "background" (arka plan/zemin) demek İngilizce yazmak değil, bunu atlamayalım. 

Daha başka anlatım bozuklukları ve düşük cümleler de var ama ben şu epik cümleyle özet geçmek istiyorum: "Ama cv'nin arkasındaki fon renkli bir background ile tasarlanmıştı." Dostum sen ne yaptım ya? Sanki ön fon varmışçasına zaten arkada olan bir şeyin arkada olduğunu belirttiğin yetmezmiş gibi, öz geçmiş yerine "cv" (bari CV yazsaydın!), zemin yerine de "background" demişsin. İnan bana "Ama öz geçmişin fonu renkli tasarlanmıştı." deseydin de biz seni anlardık. Hatta daha iyi anlardık.

Güral'ın Tornasından Bu Kitap Nasıl Çıkar?

Rıza Güral ile çocukları Erol ve Esin, belgesel ve kitabın galasında2011, İstanbul 
Kaynak: klassmagazin.com
İşte bu imlâ terörü içinde ben kitaptan pek tat alamadım. Zaten çok ilginç, maceralı veya duygusal bir hikaye değildi anlatılan. Yine de Türkiye'de yaşanan ekonomik krizler ve teknoloji kartelleri ilgimi çekmişti. Onlar da tekrar tekrar anlatılan iş ahlakı ve Kütahya sevgisi söylemleri arasında kaynadı gitti. Ortalama zekada bir okuyucu bir kerede okuduğunu anlarken neden Güral'ın kurum kültürünü aşılamak için tecrübesiz, "0 km." çalışanları işe aldığı sekiz-on defa anlatılmış bilemiyorum. Aile hayatındaki bazı gariplikleri (ev hanımı olan gelinlere çocuk doğuruncaya kadar harçlık verilmemesi, eşlerin kocalarına değil kayın babalarına tabi olması gibi) sevimli gösterme çabasında ısrar da sırıtmış. Ayrıca Kütahya aşkının tek göstergesi olarak başka yerlerdeki daha karlı iş fırsatlarını değerlendirmemek, ham maddeyi Kütahya'dan almak ve Kütahya'da yaşamak dışında da bir kanıt sunulmalıydı. Babasının adına okul yaptıran popçu sayısına bakarak böyle zengin bir aile için okul yaptırmak da pek kanıt sayılmaz.

Kitapta bu kadar vurgulanan başka bir şey de Rıza Güral ve babası Ali Güral'ın masraftan kaçınmayarak kötü veya yanlış yapılmış bir şeyi mutlaka yıkıp baştan yaptıklarıydı. Ayrıca ne kadar titiz oldukları, mükemmelden azıyla yetinmedikleri, gerçekçi olup imkansızı hedefledikleri vurgulanıyordu. Buradan hareketle, yavan üstelik korkunç yazım ve anlatım hatalarıyla dolu bu kitabın hala Güral fabrikalarını ziyaret edenlere hediye edilmesinin tek geçerli sebebinin bu acı gerçekten Rıza Güral'ın habersiz olması olabileceğini düşünüyorum. (Kitaba göre Rıza Güral okumaktan çok sıkılırmış, uzun raporların özetini istermiş. Kitabı da okumamış olabilir.)


Yani...

Son sözüm önce Chiviyazıları'na ve daha önce imlâsını eleştirdiğim kitaplara. Sevgili Chiviyazıları, düzeltme okumasını kaça yaptırdıysan (tabi yaptırdıysan) ben yarı fiyatına yaparım. Elimdeki kopyada halihazırda hatalar işaretli. Ayrıca bu kitabı bu halde satma, ayıptır.

Yazım veya anlam hatası var diye eleştirdiğim kitaplara sesleniyorum: Nasıl ahınızı aldıysam  artık, dünya kaç bucakmış gördüm. Beterin beteri varmış. Değerinizi anladım. (Ama yine de yapmasanız daha iyi olur.)

Yönetici Özeti: Ne işine ne okuyucusuna en ufak saygı ve özen emaresi taşıyan bu yavan kitabı sakın almayın, okumayın. Ne paranıza ne zamanınıza yazık edin. Ben Rıza Güral'ı çok merak ediyorum diyorsanız da belgesel daha iyi bir tercih olabilir. Biyografi okumak istiyorsanız daha iyileri  var, örnekleri işte burada (Hayatın Kurgusu: 2- Biyografiler).


Not 1: TDK yazım kılavuzu ve kuralları baz alınmıştır.
Not 2: Bu yazımda ve diğerlerinde elbette ben de hatalar yapmış olabilirim. Tekrar tekrar okuyarak birçoğunu düzelttim. Atladıklarımın haber verilmesinden memnuniyet duyarım.  

2 Mart 2012 Cuma

Khaled Hosseini'nin En Sevdiği Kitaplar

Kaynak: khaledhosseini.com


Khaled Hosseini; kitapları ülkemizde en çok satanlar listesine girmiş, bir kitabını okuyanın mutlaka diğerini de okumak istediği ve birçoğunun sabırsızlıkla üçüncü kitabını beklediği yazar. Uçurtma Avcısı veya Bin Muhteşem Güneş çok insanın favorileri arasında. O ise en sevdiği kitaplara, en sevilen kitabında, The Kite Runner, Bloomsbury 2008 baskısında, yer vermiş. Liste yazarın kitaplarındaki kimi unsurlara da ışık tutuyor. İşte yazarın kendi kaleminden sevdiği kitaplar...

"Khalid Hossein'in En Sevdiği Kitaplar


Çocuk Kitabı

Shel Silverstein'dan Cömert Ağaç (The Giving Tree). Bu kitabı seviyorum çünkü basit, hüzünlü ve usulca yürek burkuyor. Oğlanın yaşlı bir adam, ağacın da kuru bir kütük olduğu son bölüm beni her seferinde etkiliyor. Bu şartsız sevgi ve sadakatin güzel bir öyküsü. Bazı açılardan ağaç, sonsuz verme yetisi ve karşılığında hiçbir şey istememesiyle, bana Uçurtma Avcısı'ndaki Hassan'ı hatırlatıyor.


Klasik

Hâfız'ın Dîvanı. Hâfız'a Farsça konuşulan dünyada saygı duyulur. O üstün ve muhtemelen en büyük Fars şairidir. Onun felsefe, mistik aşk ve sık sık düzen karşıtı cesur beyanları mest eden süslü imgeler ve büyülü ritmlerle doludur. Yürekten gelen gazelleri beni etkilemekte hiç başarısız olmamıştır ve Kabil'de bir okul çocuğu olarak okuduğum zamanki gibi bugün de hala etkiler.


Çağdaş Kitap

John Steinbeck'ten Gazap Üzümleri (The Grapes of Wrath). Joad ailesinin ve ezilen göçebe emekçilerin 1930'larda çektikleri zorluklar bugün bende lisede bu kitabı ilk okuduğum zamanki kadar yankı bulmakta. Mülksüz insanların sömürülmesi ve bastırılması bana hitap ediyor ve son sahnedeki özgeci fedakarlığın, Rose Sharon'ın ölmekte olan adamı ambarda emzirmesinin, şimdiye kadar okuduğum en unutulmaz ve etkileyici final sahnesi olduğunu düşünüyorum.


İlk On

Gazap Üzümleri (Grapes of Wrath), John Steinbeck
Küçük Şeylerin Tanrısı (God of Small Things), Arundhati Roy
Pi'nin Yaşamı (Life of Pi), Yann Martel
Alice Munro'dan herhangi bir şey
Dîvan, Hâfız
Dörtlükler, Ömer Hayyam
Frankenstein, Mary Shelly
Sefiller (Les Misérables), Victor Hugo
Mevlânâ'nın eserleri
Ne Nedir (What is the What: The Autobiography of Valentino Achak Deng), Dave Eggers"

Sunum&Çeviri: BA      Kaynak: The Kite Runner, A Reading Guide, Bloomsburry, 2008


Ayrıca bkz: Housseini'den Afgan Manzaraları (Uçurtma Avcısı ve Bin Muhteşem Güneş)