27 Ocak 2013 Pazar

Ortadoğu'dan Kitaplar

Ortadoğu meselesi en çok konuşulan ve taraflarınca da (hatta en az onlar tarafından) olmak üzere en az anlaşılan sorunların başında. Ortadoğu öylesine karışık ki zirveler, krizler, saldırılar arasında insanlar kaybolup gidiyor. Konu üstüne on binlerce araştırma kitabı yazılmış olsa da edebiyat kadar olayın insani boyutunu iyi anlatan nadir. Ben de hem Arapların hem de Yahudilerin öykülerini abartısız, içten ve barışçıl şekilde anlatan iki edebi kitabı ele aldım: Limon Ağacı ve Gazze Blues.


Limon Ağacı - Sandy Tolan

Limon Ağacı bir roman ama onu sadece böyle tanımlamak yetersiz olur. Yirmi sayfalık kaynakçasıyla Limon Ağacı kapsamlı ve derin araştırmaların sonucu, içinde kurgu ve öyküleme de olan bir tarih kitabı neredeyse. Tolan, iki tarafın da kendi açısından defalarca anlattığı Arap-İsrail çatışmasını iki tarafa da eşit (uzaklıkta değil) yakınlıkta durarak ve gerçeklere dayanarak anlatmış. Beşir ve Dalia'nın öyküsü ise olayın insani boyutunu yansıtmada başarılı olmuş.

Limon ağacı Ramla'daki bir evin bahçesinde yeşermiş, önce Beşir'in ailesine eşlik etmiş, sonra Filistinliler evlerini terk etmek zorunda kalınca ve Avrupa'daki zulümden kaçan Yahudiler Filistin'e gelince ev Eşkenazi ailesine tahsis edilmiş ve ağaç Dalia'ya arkadaş olmuş. Bu iki insanın ve ailelerinin hayatı ülkelerinin kaderiyle bir şekillenirken evini ziyaret eden Beşir ile aynı evi yurt bellemiş olan Dalia'nın diyaloğu bölgede özlenen bir şeylerin emsali gibi. 

Kitap iki baş kahramanın öyküsünden çok tarihi bilgilere sayfa ayırmış. Çoğu zaman kronolojik olmayan anlatım olayların doğal karışıklığı ve uzun cümleleriyle de birleşince sadece bir roman okumak isteyen okuyucu için bezdirici olabilir. Bu konuları az biraz bildiğim halde ben de yeter artık kaç sayfa daha müzakereleri okuyacağım dedim. Sırf bu yüzden çok güzel bir roman alın okuyun diyemiyorum. Diğer yandan Ortadoğu meselesine meraklı ama nerden başlayacağını bilemeyenler, meselenin bir tarafını tutup diğer tarafını şeytan olarak görenler, olayları sadece gazete haberlerinden takip edip fikir sahibi olanlar için çok faydalı olacak bir kitap.

İlk baskısında çevirinin ve düzeltinin düşük niteliğinden şikayet edilmiş; benim okuduğum ikinci baskıda ise bunlar bir ölçüde giderilmiş. Yazardan mı çeviriden mi kaynaklandığını bilemediğim bir tutukluk (yer yer) var ama okuma zevkinizi öldürecek kadar değil.


Gazze Blues - Etgar Keret & Samir El-Youssef


Etgar Keret İsrailli, Samir El-Youssef ise Filistinli. Kitabın arka kapak yazısına bakarsak yine bir bomba salsırısından sonra çok önceden beri birbirini tanıyan ve benzer görüşleri paylaşan iki arkadaştan Samir Etgar'ı arayarak ortak bir öykü kitabı yayımlamayı önermiş. Sonuç da hiç  fena olmamış hani. 

Kitap Keret'in on beş kısa (2-3 sayfalık) öyküsüyle başlıyor. Vakumlama, Şoşi, Ayakkabılar gibi bazı öyküler Yahudilik ve Arap-İsrail çatışması ile ilgili, bazılarıysa Ortadoğu özelinde bir gönderme veya konu içermiyor. Kitaba adını veren Gazze Blues da Keret öyküsü, kitabın en silik öykülerinden biri olmasına rağmen adı kitaba verebilmesini kitabın temasını on ikiden vuran bir çağrışım yapmasına bağlıyorum. Yazarın hikayelerinin çoğu daha önce başka kitaplarında yayınlanmış. Eğer daha önce Keret öyküsü okuduysanız önce bir kitabın içine bakın, hayal kırıklığına uğramayın. 

Böylece ilk kez Keret okumuş oldum ve dozunda gerçeküstücülüğü ile mizahı çok hoşuma gitti. Anlatımı akıcı, kurgusu birkaç sayfalık öykülerde bile kıvrak. Bu benim için deneme boy Keret gibi oldu, şimdi bir roman/novella yazsa da okusam diyorum.

Youssef ise Canavarın Susadığı Gün adlı tek ve uzun bir öyküyle kitapta yer almış. Lübnan'daki mülteci kampında yaşayan ve Batı'ya göçmenin yollarını arayan Bassam'ın hayatından, çevresindekilerin hayatından bir kesit. Dolandırıcılık, arkası boş söylemler, zor şartlara dayanmayı sağlayan hayalperestlik diz boyu. Öyküde hiçbir şeyin güvenilir ve değişmez olmadığını, zeminin kayganlığını hissediyorsunuz. Anlatımı son derece akıcı, karakterleri güçlü. Bu yüzden öykü macera dolu olmasa da sayfaları arka arkaya çeviriyorsunuz.  Youssef'in de Keret gibi hoşuma giden, buruk bir mizahı var. Olumsuzluklara dayanmak ve onları anlatmak için iki yazarın da geliştirdiği ortak bir silah mı bilemem.

Yazarların güzel alatımıyla birleşen güzel bir çeviri var bu kitapta. Okurken ''siktirici'' (fucking? siktiğimin?) ''sihirli gerçekçilik'' (büyülü gerçekçilik?) gibi bana garip gelen birkaç kelime dışında okuduğumun çeviri olduğunu unuttum. Birkaç yazım hatası da olmasaymış müthiş olurmuş.

Eğer başka bir acılı bölge Afganistan'dan okuyacak bir şeyler arıyorsanız şöyle buyrun: Housseini'den Afgan Manzaraları

22 Ocak 2013 Salı

Üç Kitap Daha


Malumunuz Mor Kitaplık'ta da yazıyorum, her ayın ortasında en yakın zamanda ne okumuşsam onun hakkında atıp tutuyorum. Buradaki yazılarımı bazen Kitap Notları'ndakinden çok beğeniyorum ne yalan söyleyeyim. İlk üç yazımı ''Peki Bu Yazıları Okudunuz mu?'' diyerek dikkatinize getirmiştim şimdi de yeni üç yazı ve kitapla (bir öykü kitabı, bir roman, bir anlatı) karşınızdayım.


Şans eseri okuyup farklı bir kalemden farklı bir tat almanın keyfini yaşadığım kısa öykülerden oluşan kısacık bir kitap. Öykülerde hüzün ve keder ile neşe ve umut yan yana, iç içe. >>>


Kitapçıda gördüğüm ilk andan beri okumak istediğim Tavan Arasındaki Buda beni hiç hayal kırıklığına uğratmadı. Farklı anlatım tekniğiyle de beğenimi kazandı. Kimi okurlar bunu garipseyebilir ama ben ve annem, ki kolay kolay kitap beğenmez, çok keyif aldık. >>>


Allin Paris'teki hayvanat bahçesini o denli seviyormuş ki araştırmaları sonucu orada yüz yıl önce yaşamış olan zürafa Zarafa'nın Sudan'dan Paris'e uzanan öyküsünü arşivlerden, bilirkişilerden, seyahatlerden, müzelerden toplamış. Biraz tarih, biraz magazin, biraz hayvanlar alemi... Bu kitabı Sunay Akın'ın İstanbul'da Bir Zürafa, ki orada anlatılan zürafa da Afrika'dan İstanbul'a geliyor, adlı kitabıyla birlikte Kitap Notları'nda yazmayı düşünüyorum. >>>



Yazıları okumak için başlıklara veya oklara tıklamanız yeterli.

8 Ocak 2013 Salı

Şehir ve Şehir


İki şehir-devlet var: Beszel ve Ul Qoma. Bu şehirler komşu ama aynı evde oturuyorlar. Evet, yan yana değil ama iç içe ama yine de ayrı. Belirli bir toprak parçası üstünde sokak hatta kaldırım kaldırım, bir trafik ışığından bir apartmana kadar ufak birimlerle birinden ayrılmış ve iç içe yaşayan şehirler. Rakipler, düşmanlar. Mimariden insanlarının giyinişlerine, dillerinden adetlerine kadar her şeyleri ayrı. İki şehrin arasındaki esas sınır insanların kafasında. İki ülke vatandaşları ufaklıktan beri diğer taraf yokmuş gibi yaşamayı, diğer tarafı görmemeyi, duymamayı, sınırları ihlal etmemeyi, üst üste binen karmaşık sınırları ayırt etmeyi, bir Beszelli ile Ul Qomalıyı anında birbirinden ayırt etmeyi öğreniyorlar. İki toplumun tek ortak noktası bu konudalki disiplini ve çabası.

Yoksa değil mi? Aslında Beszel'de konuşulan dil ile Ul Qoma'da konuşulan dil aynı kökten gelen ve biraz çabayla anlaşılan diller mi? Ekonomik kalkınma da bir Beszel'in bir Ul Qoma'nın öne geçmesinden ama hep benzer seviyede kalmalarından görünen o ki küresel ekonomik düzende bulundukları sınıf da aynı. Bazı kendini bilmezler çok önceden iki şehrin tek devlet olduğunu, sonradan ayrıldığının bile söylemeye cesaret ediyor. Hatta yasaklanmış olmalarına rağmen ''birleşmeciler'' örgütleniyor.

Bu iki şehrin üstünde gölge bir zırh gibi İhlal var. Sınırların her türlü ihlali onların sınırsız gücüyle cezalandırılıyor. Turistler ve yabancıların (ki onların da bu şehirlere girmeleri eğitilmelerini ve zorlu prosedürleri gerektiriyor) ihlali İhlal tarafından anında sınır dışı edilmekle son bulurken yerlilerin hatasının sonucu bilinmiyor; çünkü onlardan bir daha haber alan olmuyor.

Ve bir cinayet işleniyor. Dedektif Tydor Borlu konuyu araştırırken önce cinayet sırasında ihlal yapıldığını düşünüyor ancak işler hiç beklemediği gibi gelişiyor. Borlu ile hem bu iki şehirli, çok yapılı, garip ama gerçekçi evrende dolaşıyor hem de bir cinayeti çözmeye çalışıyorsunuz.

Miéville, yazdıklarını ''tuhaf kurgu'' (weird fiction) olarak tanımlıyor. Haklı da çünkü yazdıkları bilimkurgu ve fantaziden unsurlar taşısa da belli bir türe girmeyecek kadar özgün. Yazarın sevdiği diğer yazarlardan, mesela Arthur C. Clarke, Kafka, Orwell'dan da izler taşıyor. Polisiye ve bilimkurgu olarak iki parçalı bir yapısı olduğu söylenebilir. Polisiyenin getirdiği sade ve kısa cümleler anlatım gücünden bir şey çalmıyor. Katil kim, cinayet neden işlendi, hatta maktül kim soruları uzun süre çözülmüyor. Dedektif Borlu sürekli cinayete ilişkin yeni teoriler kurup sonra onların yalnış olduğunu yine kendisi buluyor. Her seferinde de klişelerden biraz daha uzaklaşıyor.

Bir polisiye olarak başarılı bulsam da bu tür özellikle ilgimi çekmediğinden bilimkurgu kısmı beni daha çok etkiledi. Uzun süre anlamakta zorladığım ikili yapıyı hayal etmeye çalıştım. Google, ipad, Starbucks, Atatürk, Chuck Palahniuk (bir harfi yer değiştirmişti) gibi bizim dünyamızdan kelimelerin ve şeylerin satır aralarında belirivermesi, Orta Avrupa-Balkanlar arasında bir yerlerde bulunduğunu tahmin ettiğim ikiz düşman şehir devletlerine müthiş bir gerçeklik hissi kattı.

Çevirisinden de genel olarak memnunum. ("Barış ültimatomu" bir çeviri hatası mı yoksa "tuhaf kurgu"nun bir ürünü mü bilemedim.) Romanın son bölümünde olaylar çözülürken her şey bir anda karıştı. Birkaç sayfada her şey çözülürken anlatımdan mı, çeviriden mi, benden mi kaynakladığını anlamadım bir zorluk yaşadım. Kitabın üstünden 3-4 hafta geçti ve şimdi katilin kim olduğundan emin değilim. Çok mu önemli? Benim için değil çünkü ben yazarın akademik ve entelektüel birikimini yansıtarak incelikle kurduğu dünyayı sevdim.

Şehirler, siyasi bir cinayet, derin devlet derken alttan alta bir siyasi mesaj verildiği, bir toplum eleştirisi sunduğu beklentisi oluşuyor. Yazarın uluslararası ilişkiler ve antropoloji eğitimi, akademik altyapısı, sosyal aktivizmi buna da imkan veriyor aslında. Bölünmüş şehirler, hemen hemen tüm okuyuculara burada bahsedilen acaba Lefkoşe mi, Kudüs mü (benim en ikna olduğum buydu), Berlin mi yoksa başka bir yer mi sorularını sordurmuştur diye düşünüyorum. Romanda da bu şehirlerden bir konferans vesilesiyle bahsedilip Beszel ve Ul Qoma'nın çok farklı olduğu belirtilmiş. Elbette bu beni kesmedi ve ufak bir araştırma yaptım. Yazar bir röportajında şöyle diyor (çeviriyorum) : "Şehir ve Şehir'de niyetim sınırların nasıl olabileceğine dair kendi büyülü mantığımı icat etmek yerine sınırların mantığını abartarak mübalağlı ve kurgusal bir şey çıkarmaktı. Bu ulus-devlet sınırlarının gündelik, hukuki ve sosyal taraflarına dayanan bir kestirimdi: Bunu politize bir sosyal filitrelemeyle birleştirdim ve sosyolojik açıdan makul bir temelde kestirimde bulundum ve abarttım, nihayet tuhaf bir uç noktaya vardı".  Yani bu gölünmüş şehirlerin değil, ülkeler arası sınırların abartılarak yeniden kurgulanmış haliymiş. Kemal Sunal'ın baş rolünü oynadığı Propaganda filmini hatrıma geldi. Sonra şehir ve siyaset ilişkisini en iyi yorumlayacak kişilerden Prof. David Harvey bu kitabı okumuş mudur, okuduysa ne düşünmüştür diye merak ettim.

Böyle insanın zihnini oradan oraya sürükleyen güzel bir kitap işte. Öte yandan kitabın polisiye unsuruna rağmen 200. sayfadan sonra heyecanlandığını, sonunun ise yukarıda belirttiğim gibi çabucak ve biraz karışık toparlandığı için anlaşılmasının kolay olmadığını söylemek zorundayım. Bölünmüş düşman şehirler ve bir cinayet fikri hoşunuza giderse okuyun pişman olmazsınız.



Not: Bu kitap 2010 yılında Nebula, Hugo, Dünya Fantezi ve Arthur C. Clarke ödüllerini almış. Miéville ise bilimkurgunun "Nobel"i Arthur C. Clarke Ödülü'nü 3 kere kazanan tek yazarmış.
Not 2: Kitabın yabancı baskılarında da kullanılan kapağını pek beğendim. Şehirlerden birinin silüeti Londra'ya ait ama diğeri neresi bilemedim.