19 Kasım 2014 Çarşamba

The Dinner (Akşam Yemeği)


Paul Lohman, eşi Claire, abisi başbakan adayı Serge Lohman ve onun eşi Babette lüks bir restoranda buluşuyorlar. Akşam yemeği boyunca olanlar yavaş yavaş gözümüzün önüne daha büyük bir hikayeyi seriyor. Olay şu: Michel ve Rick kuzenler. Bir gece kafaları güzelken ATM kabininde evsiz bir kadınla karşılaşıyorlar. Kadınla atışınca kadın gençlere küfrediyor, onlar da kadını olası kast ile öldürüyorlar. Bu görüntüler bankamatiğin güvenlik kamerasına yansıyıp televizyonda yayınlanıyor. Yalnız görüntü kalitesi çok kötü olduğundan gençleri kimse tehşis edemiyor, aileleri hariç. 

Şimdi Paul ve Claire oğullarını ve yuvalarını korumak için her şeyi yapmaya hazırlar. Paul için bu akşam aile mutluluğunu korumak neyi gerektiriyorsa onu yapacağı bir mücadele. Paul eşine aşık, oğlu Michel'i çok seven, mutlu ailesini kaybetmekten korkan ve o mutluluğu korumak için her şeyi yapacak bir adam.

Roman boyunca sık sık atıfta bulunduğu bir söz var: ''Bütün mutlu aileler birbirine benzer. Her mutsuz aileninse kendine özgü bir mutsuzluğu vardır.'' Tolstoy, Anna Karanina. Paul bu söze o kadar çok inanıyor ki, sizi de inandırıyor. Fakat roman ilerledikçe ve sona yaklaştıkça görüyorsunuz ki Paul'un mutlu ailesi diğer mutlu ailelere hiç benzemiyor. Başka ailelerin parçalanmasına neden olacak davranışlar onları bir arada tutuyor. Başka ailelerin mutluluk için yaptıklarından çok farklı şeyler yapıyorlar. Bu mutlu ailenin hikayesi alıştığımız gibi sevgi, fedakarlık, hoşgörü ve saygıdan oluşmuyor. Aslında bunların hepsi var ama farklı şekilde. Bu ailenin mutluluğu da kendine özgü. 

Bence bu romanın en güçlü yanı karakter gelişimi. Aperatifleri içen dörtlü ile tatlılarıdan sonraki dörtlü arasında okuyucu gözünde dağlar kadar fark oluşuyor. Her bir sayfada başta Paul olmak üzere karakterler adım adım gerçek yüzlerine kavuşuyorlar. Evde film izlemeyi seven, aile üyelerinin özel hayatına itina gösteren, nazik aile babası Paul'un sayfalar ilerledikçe öfke nöbetlerini kontrol edemeyen, kriz anlarında soğukkanlılıkla akla gelmez şeyler yapan bir adam olduğunu anlıyoruz. Üstelik ikisinin de aynı adam olmasından daha doğal bir şey yok, çünkü Paul böyle biri. 

Romanın sabit bir temposu var. Sizi alıp sürüklemiyor ama Paul'un ağzından yazarın anlatımı sarıp sarmalıyor. Bilinmezliğin verdiği gerginlik hep içinizde, okuyorsunuz. Kitabın kurgusu çok iyi. Yap-boz parçaları bir bir önünüze dökülüyor. Tam birini incelemekten sıkılmışken ona yeni anlamlar katacak başka bir parça… Anlatımdaki teknik güzellik kitabı okunur kılıyor.

Tek eleştirim acaba bazı şeylerin abartılıp abartılmadığı. Mesela rahim sıvısı testiyle birinin ileride psikiyatrik bir sendroma sahip olacağı anlaşılabilir mi? On beş yıl öncesine ait test sonuçları geçen yılın sigorta poliçeleri arasında tutuluyor olabilir mi? Bir insan ne kadar ileri gider, ne kadar çok şeyi göze alabilir?

Yine de Herman Koch'un Akşam Yemeği'ni zevkle okuduğum, damakta tat bırakan bir roman. Size de tavsiye ederim. 

Not: Kitabın Türkçe çevirisinin Dünya Edebiyatı serisine dahil olduğunu ve serinin kapak tasarımlarının Avrupa Tasarım Ödülünü kazandığını biliyor muydunuz? Beni de bu kitapla tanıştıran şey kitabın kapağı olmuştu, adamlar haklı.

8 Kasım 2014 Cumartesi

İsveç'te Ne Okumalı?



İşte bu soru bir dönem aklımı çok meşgul etti. Aşağı yukarı şu sonuca vardım sizinle de paylaşmak isterim.

İsveç'in resmi internet sitesine göre okunması gereken 10 İsveç kitabı şöyle:
1. April Witch (Nisan Cadısı) - Majgull Axelsson
2. Simon and the Oaks (Simon ve Meşe Ağaçları) - Marianne Fredriksson
3. The Hundred-Year Old Man Who Climbed Out of Window and Disappeared (Yüz Yaşında Camdan Atlayıp Kaybolan Adam)- Jonas Jonasson
4. Gösta Berling's Saga - Selma Lagerlöf
5. Let the Right One In (Gir Kanıma) - Johan Ajvide Lindqvist
6. The Road - Harry Martinson
7. Popular Music from Vittula - Mikael Niemi
8. Let Me Sing You Gentle Songs - Linda Olsson
9. The People of Hemsö - August Strindberg
10. The Serious Game - Hjalmar Söderberg

Hizmette sınır tanımayarak Türkçeye çevrilmiş olanların Türkçe başlıklarını da parantez içine yazdım. Açıklamalarıyla birlikte listeye https://sweden.se/culture/10-swedish-must-read-books/ adresinden ulaşabilirsiniz.

Aşağıda nereden bulduğumu hatırlamadığım bir ekran görüntüsünü görüyorsunuz:


Polisiye ağırlıklı listenin meali:
- Ejderha Dövmeli Kız Serisi - Stieg Larssons
- Bir Adım Geriden - Henning Mankell
- Ölümün Sesi - Arne Dahl
- Kolay Para - Jens Lapidus

Bense Mankell'den Huzursuz Adam'ı okudum. Kitap hakkında nasıl atıp tuttuğuma buradan erişebilirsiniz.

Bir de orada bir kitapçıyla sohbet sırasında aldığım tavsiyeler oldu. Dalından sofraya:

- The Summer Book - Tove Jansson 
(Yazar aslında Finlandiya vatandaşı ama oranın İsveççe konuşan azınlığındanmış ve kitaplarını da İsveççe yazmış.)
- Doktor Glas - Hjalmar Söderberg 
(Klasik olarak geçiyor. Yazarın başka bir kitabı da ilk listede vardı dikkat ederseniz.)
- Gregorius - Bengt Ohlsson 
(Doktor Glas'taki bir karakter Gregorius. Bu roman da modern bir yorumu. August Ödülü'nü kazanmış)

 Eklenmeli dediklerinizi yorum olarak bırakırsanız güzel olmaz mı?

3 Kasım 2014 Pazartesi

Huzursuz Adam


Yabancı bir memlekete gitmeden önce gideceğim şehirde geçen bir roman araştırırım. Yabancısı olduğum şehirlerle aramda kurgudan da olsa tanışıklık yaratmak, başkahramanın oturduğu kafenin önünden üç gün sonra gelip geçmek hoşuma gidiyor. Stokholm'e gitmeden önce de araştırmalarıma başladım ve bütün yollar Stieg Larsson'a çıktı. Biraz daha zorlayınca Henning Mankell'e ulaştım. Edebiyat sektörünün yükselen yeni değeri İskandinav polisiyesine büyük katkı yapmış, seveni çok olan bu yazarın kitaplarından birini neden okumayayım ki dedim. Üstelik Mankell sadece yazar olarak değil, aktivist olarak da ilginç biri, bkz: http://en.wikipedia.org/wiki/Henning_Mankell#Political_views .

Huzursuz Adam da Mankell'in yeni romanlarından, Dedektif Kurt Wallander'in başından geçen mazeraların sonuncusu. Wallander'in kızının bir adamla birlikte yaşamaya başlaması ve genç adamın yüksek rütbeli deniz subayı emeklisi olan babasının bir gün garip şekilde ortadan kaybolmasıyla olaylar başlıyor. Wallander istemeye istemeye aman torunum dedesi, aman bu son deneme diye diye olayı gayri resmi şekilde araştırıyor. Olaylar kısa sürede bir casusluk hikayesine dönüşüyor.

Öncelikle şunu söyleyeyim bu romanı İsveç'i tecrübe etmeden okusaydım, bir polis başka bir polise dosyası hakkında neden bu kadar bilgi versin ki diye düşünüp her şey bu kadar güvene dayalı ve bürokrasisiz ilerlesine inanmayarak bunu saçma bulurdum. Yalnız İsveç gerçekten bürokrasinin az olduğu, aklın ve güvenin saçma kuralların, formalitelerin ve angaryanın önünde tutulduğu bir yermiş. Yine de bir komiser dünürünün kaybolmasını görevi olmadığı halde bu kadar rahat şekilde soruşturabilir mi, neden olmasın?

Kaybolan dünür romanın bir vehçesi. Diğer yanda da Wallander ve Wallander'in geçmişi, yaşlanması, kendini sorgulaması var. Unutkanlık ataklarıyla karşılaşan Wallander sadece yaşlandığı gerçeğiyle başa çıkmaya çalışmıyor, eski eşi ve ölmek üzere olan eski sevgilisiyle de yüzleşiyor. Torunu vesilesiyle kızıyla olan ilişkisini, onun çocukluğunu, bir baba olarak neleri yapıp neleri yapamadığını da sorguluyor.

Böyle söyleyince kulağa hoş gelse de bu iki damar birbirini baltalıyor. Kaybolan subayın anlattığı casus denizaltılar hikayesi, bulunan ceset, garip arkadaşlar, aile sırları okuyucuya nefes nefese geçecek karmaşık bir polisiyenin müjdesini verir gibi. Yalnız Wallander'in eski eşiyle yaşadığı tartışma, eski sevgilisinin ani ziyareti, torunun doğumu, kızıyla olan diyalogları, unutkanlığı ve başına açtığı belalar polisiye kısmın heyecanını, temposunu öldürüyor. Polsiye içine sıkışan Wallander'in geçmişi ve yüzleşmeleri de bölük pörçük, kısa, duygusuz kalıyor. Komiser Wallander ile yaşlı adam Kurt iki farklı romana ait olmalıyken aynı romana hapsolmuş uyumsuz başkahramanlar sanki. Durum böyle olunca da ortaya ne yaşlı bir adamı anlatan bir dram ne de heyecanlı bir polisiye çıkabiliyor.

Durumun böyle olmasının bir nedeni de Huzursuz Adam'ın Komiser Wallander'in başkahraman olduğu onuncu ve sonuncu roman olması. Daha önceki dokuz romanda başkahramanın başından geçenler, derinlemesine bildiğimiz düşünülen anılar ve ilişkiler onuncu romanda yeni okuyucular için anlamsız ve sıkıcı bir gölge oluşturuyor. Sonuncu roman olduğu için de Mankell Wallander'in hem insan hem de polis olarak hikayesini toparlamaya, bir sonuca vardırarak tabloyu tamamlamaya çalışıyor. Bu yüzden okuyucu casusluk macerasıyla ilgisi olmayan birçok gelişmeyi de sayfalarca okumak durumunda kalıyor.

Özetle Mankell belki de doğru seçim olsa da Huzursuz Adam kesinlikle yanlış seçimdi. Kesinlikle kötü bir polisiye değildi ama son derece heyecansız ve temposuzdu. Ne kadar gerçekçi olursa olsun heyecan olmadıktan sonra polisiye neden okunur ki? Üstelik olay ağır ağır çözülse de aslında çok karmaşık değildi ve romanın sonu açığa kavuştuğunda da büyük bir aydınlanma yaşamadım. Wallander'in özel hayatı ise hiç ilgimi çekmedi ve beni etkilemedi. Belki önceli romanları okumuş olsam ve oradaki olayları, karakterleri bilsem benim için daha ilgi çekici olabilirdi.

Bütün bu nedenlerle bir ayda ancak bitirebildiğim, okumaktan heyecan duymadığım bir kitaptı. Yine de Stokholm ve İsveç hakkında romanda yakaladığım detaylar beni keyiflendirdi. Size de tavsiyem İskandinav polisiyesi seviyorsanız Mankell'in ilk romanlarından başlamanız.

Not: Tamam İsveç diyince aklımıza kar geliyor ama yaz aylarında geçen bir romanın kapağı neden bu kadar karlı?