25 Nisan 2012 Çarşamba

Akıntürk'le Hukuk Çok Kolay

Kim hukuk sever? Kim şöyle güzel bir hukuk makalesi olsa da okusam der? Sanırım hukuk fakültesi mezunu değilsek hemen hemen hiçbirimiz. İktisat gibi hukuk da ağır mevzu. Son dönemde şike davası Türk erkeklerine "cezanın kanuniliği", "hakkaniyet", "suça iştirak ve teşebbüs" gibi bazı temel kavramlar konusunda ışık tutsa da hukukun dehlizleri çoğumuz için karanlık. 

Benim gibi mecburiyetten, en azından ana hatlarıyla ve mantığını kavrayarak medeni hukuka giriş yapmak isteyenler için çıkış yolunu açıklıyorum: Prof. Dr. Turgut Akıntürk ve kitapları!


Akıntürk, medeni hukuk (medeni hukuk + borçlar hukuku) konusunda bir otorite. (Huzur içinde yatsın, 2009 yılında hayata veda etmiş ama kitapları hala baskıda olduğuna göre hala otorite sayılabilir bence.) 2003 yılında yürürlüğe giren 4721 sayılı Medeni Kanun ve bu yıl Temmuz ayında yürürlüğe girecek olan 6098 sayılı Borçlar Kanunu'nu hazırlayan komisyonların başkanlığını yapmış, saygın bir hukukçu. 

Burada bahsedeceğim Borçlar Hukuku ve Medeni Hukuk kitapları bir konuya tamamıyla hakim olan kişi onu en basit anlatandır tezimi doğrular gibi. Müfredatı takip ederek kitaplar hakkında atıp tutmaya Medeni Hukuk kitabından başlıyorum.

Medeni Hukuk kitabının resimde gördüğünüz baskısını değil ama 2003 baskısını okudum. Kitap Giriş, Kişiler Hukuku, Aile Hukuku, Miras Hukuku ve Eşya Hukuku bölümlerinden oluşuyor. Giriş kısmı temel kavramların öğrenilmesinde çok etkili. Hem yeterince açıklayıcı hem de genel çerçeveyi kaybettirmeyecek kadar öz. Kişiler hukuku, hukukun kamusu olsun, özeli olsun her alanında çok mühim. Basit gibi görünmesine rağmen incelikleri ve önemiyle hata kaldırmayan bu kısmın Akıntürk'ün kitabındaki halini çok beğendim. Aile ve miras hukuku, zaten hocanın bu konuda ayrıca referans kitaplar yazdığı konular. Eşya hukuku benim özellikle korktuğum bir konuydu. Çünkü en özet kitaplarda bile bu kısım kitabın yarısından fazlasını tutuyor ve zilyetlik, hükmen teslim, tescil derken başka bölümlerde görmeyeceğiniz kavramlarla kafanız bir güzel karışıyor. Akıntürk'ün kitabı temel kavramları ve eşya hukukunun sistemini kavramanız için bire bir.  Her sorunuza cevap bulabileceğiniz, detaylı sınavlara hazırlanırken kullanabileceğiniz bir kaynak değil ama sağlam bir altyapı ve güzel bir başlangıç. Eşya hukuku dışındaysa diğer bölümlerin yeterli olduğunu düşünüyorum.

Borçlar Hukuku da korkulan bir alan. Ezber çok denir. Ben hiç böyle bir önyargıya sahip değildim, bu kitaptan sonra da neden korkulduğunu anlamamak konusunda ısrarım arttı. Hem yürürlüğe bu yıl girecek olan kanunlara göre güncellenmiş az sayıdaki kitaptan biri olması hem de kitabın yapısını beğendiğim için aldım. Kitap, iki genel bölümden oluşuyor: Genel Hükümler ve Özel Borç İlişkileri. Ben bunlardan kitabın da yarısından fazlasını teşkil eden Genel Hükümler kısmını çalıştım, Özel Borç İlişkileri'ni ise parça parça okudum. Kitabın en önemli özelliği yeni Borçlar Kanunu'nu ile yürürlükten kalkmasına az zaman kalmış olan eskisini karşılaştırarak anlatması, üstelik bunu da kitabı boğucu ve upuzuuun yapmadan başarması. Yine borçlar hukukunun edim, müteselsil borçluluk, şahsi sorumluluk, alacağım temliki gibi temel kavramlarını sağlam şekilde öğretiyor, Medeni Hukuk kitabındaki kadar olmasa da örneklerle şekillendiriyor. Farklı bölümler arasında öyle güzel bağlantılar kurulmuş ki aslında ezber değil biraz dikkat gerektiğini anlıyorsunuz.

İki kitapta da karşılaştığım ortak bazı harika özellikler var. Bunlardan ilki kitabın ana bölümlerinin ayrımlara, onların da 6-7 sayfalık ünitelere, gerekirse ünitelerinde birer sayfalık alt başlıklara ayrılması. Kitapların "İçindekiler" sayfası bile kafanızda bir şeylerin şekillenmesine yardımcı oluyor. Kitabı takip etmek çok kolaylaşıyor.

Kitabın takibini kolaylaştıran ve belki de en sevdiğim özellik Akıntürk'ün anlatımı. Kitapları alıp roman okur gibi okuyabilirsiniz. Öyle sade, öyle akıcı. Hatta "ayırt etme gücü" kavramını anlatırken, akla uygun davranmadan bahseden hocanın, derste uyuyan, konuşan, dersi dinlemeyen ve hatta derse gelmeyen öğrencinin akla uygun iş yapmadığını ama yine de ayırt etme gücünün bulunduğunu çünkü bu hareketinin sonuçlarını (!?) öngörebildiği örneğini vermesi ve bir nevi öğrencilerine mesaj göndermesi benim gibi sizi de gülümsetebilir. (ve böyle konunun satır satır aklınızda kalmasını sağlar:))

Kitaplarda beğendiğim son özellik baskısı ve fiyatı. Alkışlar Beta'ya. Kitapların eli yüzü düzgün, sayfaları aydınlık, imlâsı özenli. Ders kitapları genelde büyük boy olur. Bu kitaplarsa yaklaşık 19cm x 14cm ebadında. Hem insanın gözü korkmuyor, hem taşımak çok kolay. Son olarak da fiyatlar çok uygun. Şöyle izah edeyim, aynı sayfa sayısındaki ve kalitedeki bir romanı bu fiyatlara bulmanız imkânsız.

Sonuç olarak hukuk bölüm birinci sınıf öğrencilerine, işi gereği medeni hukuk kavramlarını öğrenmesi gerekenlere, iktisadi idari bilimler fakültelerinde bu dersleri alanlara, iş sınavlarına çalışanlara, başka bir alanda araştırma yapmasına rağmen kanunların ilgili kısımlarına ihtiyaç duyanlara ve her meraklıya şiddetle öneriyorum.

Prof. Dr. Turgut Akıntürk'ün 
fakülteden ayrılmadan önce yaptığı 
son konuşma, bir anlamda son dersi (2006)




Not: Bu özelliklere sahip, yani kolay okunan işin özüne yönelik ve güvenilir, bir Ticaret Hukuku (Ticari İşletme Hukuku + Ortaklıklar Hukuku) kitabı önerebilecek varsa tavsiyelere açığım. (Tabi, yeni 6012 sayılı Ticaret Kanunu'na göre hazırlanmışlar tercihim:))

20 Nisan 2012 Cuma

Hiç "Evrim"li Roman Olur mu?!

Bu ay kısmetimiz evrimden açıldı. Evrim kitaplarıyla ilgili yazının -itiraf ediyorum- beklediğimden fazla ilgi görmesi aslında hep yazmayı düşündüğüm bu kitap konusunda beni cesaretlendirdi. Bu ay evrim ayı olsun dedim.

Size olur mu bilmem, insan bazen okuduğu bir kitabı herkese anlatmak ister. "Arkadaşım, blog yazıyorsun zaten, artık bunun istemesi mi kalmış?!" demeyin. Yani böyle her ortamda, konu kıyısından köşesinden oraya yaklaşınca, hemen nezaket kurallarını, düşünceliliği, ölçüyü filan bir kenara bırakıp insanlar ister dinlesin ister dinlemesin bütün hikayeyi ballandırarak anlatmak isteğinden bahsediyorum. Bu bana çok az olur. Şimdiye kadar iki buçuk kitap bana bu etkiyi yaptı: Boleyn Kızı (buçuk), Genesis (tam), bir de Liz Jensen'in Tufandan Sonra'sı (tastamam).

Bu etkisinin nedenini düşündüm ve şu sonuca vardım, birçok koldan birden ilerleyen kurgu öyle çok unsurun etkileşimiyle bir noktaya varıyor ki, o roman bir başyapıt olmasa da beyninizin kıvrımlarına işliyor. O hikayeyi okumak, izleri takip edip uzun yollardan sonra finale varınca gururla karışık bir mutluluk hissi veriyor.

Tufandan Sonra'da bir değil, iki değil, üç koldan hikaye gelişmeye başlıyor. İlk iki kol Viktorya dönemi İngiltere'sinde, birinde kraliyet biyologu ve ailesi var, diğerinde bir sahil kasabasının kendi halindeki papazı ve onun ailesi. Üçüncü koldan da 90'ların İngilteresinden sıradan bir orta sınıf ailesi ile evin çirkin ikizleri ve bir müşterisinden kaçarak onların yaşadığı yere sığınan genç bir veteriner.

Şimdi bunların hepsi nasıl birbiriyle buluştu ve tüm bunların evrimle ne ilgisi var? Ayrıca tufan nereden çıktı?

Tufan nereden çıktı bilinmez ama bir tufan başlıyor ve bittiğinde Adadaki tüm kadınların kısırlaştığı anlaşılıyor. Yıllar geçse de durum değişmeyince hükumet ilk doğuracak kadına yüklü bir para ödülü vaat ediyor, kadınlar çocuk özlemlerini şempanzelere bebek elbisesi giydirerek gidermeye başlıyor.

Liz Jensen
Evrimin canlıların soyunu devam ettirme güdüsü çılgın İngilizleri ne noktaya getirecek? Genç veteriner kaçıp sığındığı yerde neye çatacak? Çirkin ikizler nelere kadir? Kraliçe Viktorya'nın biyologu neler keşfedecek? Papazın bulup evlat edindiği bebeğin belindeki yara da ne? Evrim 100'lerce yıllık bir şaka mı yapıyor?

Tüm bunların cevabı kitapta!

Sorular cevaplanırken Darwin'in, kendi filminde birkaç saniye görünen yönetmen gibi, kitabın sonlarına doğru görünüp hatta birkaç cümle konuşması, biyologun evinin adetlerinin Darwin'in gemisi HMS Beagle'a benzemesi, centilmen maymun, Mendel'in fasülyeleri,  Jensen'in sosyal hicvi hikayenin kreması oluyor.

Orange Prize'ın kurgu dalında uzun listesine giren ve Guardian Kurgu Ödülü kısa listesine alınan bu kitabı okuyunuz. Biraz kendinizi rahat bırakır ve akışına kaptırırsanız, çok eğleneceğinize ve sizin de bu hikayeyi herkese anlatmak isteyeceğinize eminim.

16 Nisan 2012 Pazartesi

Yazarların Maskesini Düşüren Kitaplar

Yazarlar, hele de eserleri klasik mertebesine ulaşmış olanlar, zihnimizde bizden çok farklı insanlar. Yaratıcılığın verdiği ruhsal gerilim ve bunalımlarının yanı sıra yalnız, sürekli yazan ve okuyan, entelektüel belki biraz çok içki veya tütün tüketen ama kendilerini edebiyata adamış ulu adamlar. Hatta Shakespeare gibilerini etten kemikten bir insan olarak tahayyül etmek bile pek güç. 

Oysa aşağıda bahsedeceğim üç kitaba göre hiç de böyle değiller. Kimisi inanılmaz derecede pinti veya çapkın, kimileri o sanatçı kimlikleriyle ters düşecek derecede ırkçı, bazıları madde bağımlısı, bazıları da garip huylarının ve takıntılarının esiri. Evet yine sizin bizim gibi insanlar değiller (öyleler mi yoksa?) ama hayal ettiğimiz gibi hiç değiller!

Yazınsal Yaşamlar - Javier Marias

Yazarlar, özellikle de kurgucular karakterler yaratırlar, hatta bazen o karakterler - başka yazarlar eliyle - başka karakterleri doğurur. Kendisi de önemli bir romancı olan, belki de bir gün anlattığı yazarlarla birlikte anılabilecek Marias bu sefer yazarları birer roman kahramanı gibi kurgulamış. Üç Kuzey Amerikalı, üç İrlandalı, iki Rus, iki Fransız, iki İskoç, iki İngiliz (biri Hindistan'dan diğeri İngiltere'den), bir Alman, bir İtalyan, bir Çek, bir Polonyalı, bir Danimarkalı toplam 20 edebiyat kişisi hakkında yazılmış 4 sayfalık kısacık biyografileri okurken büyük yazarları değil, roman kahramanlarını okur gibi oluyorsunuz. Sonra edebiyatçıların hayatlarında yer etmiş kadınlar (Gelip Geçen Kadınlar) ve edebiyatçıların fotoğraflarının yorumlandığı (Kusursuz Sanatçılar-benim favorim) bölümler var. Bir yandan yazarların özel hayatlarının ilginç taraflarına göz atıyor, bir yandan da Marias'ın hoş anlatımının -ve uzun cümlelerinin- tadını çıkarıyorsunuz.

Yer verilen yazarlar Marias'ın kişisel ve kendi ifadesiyle rastgele tercihleri. İçlerinde hiç İspanyol yok. Belki de ülkesinin edebiyat camiasında bir tartışmaya yol açmak istemeyişinden. Şu örneklere bakın ve tartışma yaratıp yaratmayacağına siz karar verin.

"Yazarın [Arthur Conan Doyle - Sherlock Holmes'ün yazarı] boks yaptığını göz önünde bulundurursak, gençliğinden beri kadınları savunmak için türlü alçakla karşı karşıya geldiği açıktır: Bir tiyatroda, aralarından biri genç bir kıza dirsek attığı için bir tabur askerle dövüşmüş, bir doktor olarak yerleşmeyi düşündüğü Portmouth'a daha varır varmaz bir kadına vurduğu için adamın birini tanınmaz hale getirmiştir. İster adına talih deyin, ister talihsizlik ertesi gün muayenehanesine gelen ilk hasta da bu adamdır, görünüşe göre bir gece önce gece karanlığında kendisini pataklayan doktoru tanıyamamıştır."

"İki yazar [Turgenyev ve Tosloy] arasında büyük farklılıklar ve bir dereceye kadar da arkadaşlık vardır kuşkusuz. Bir tartışmada konu gelip Rusya'nın batılılaşmasının uygun olup olmadığına dayanınca bu farklılıklar doruk noktasına ulaşır ve Tosloy Turgenyev'e meydan okuyarak onu düelloya davet eder, mesele bir-iki çiziğin ardından kutlamayla ve şampanyayla sona ermesin diye de, düello silahının tabanca olmasını önerir. Turgenyev özür diler ve iş tatlıya bağlanır, ama Tosloy'un onu sağda solda ödleklikle lekelediğini duyunca bu sefer o Tosloy'u düelloya davet eder, ancak uzun bir yolculuğa çıkmak üzere olduğu için davetini dönüşüne erteler. Bu kez özür dileme sırası Tosloy'a gelmiştir, böyle birbirlerini düelloya davet ede erteleye tam on yedi yol geçirirler..."

Jorge Luis Borges
Kaynak: wikipedia.org
"Zavallı Borges sabırlı ve pişman görünüyor. Elli üç yaşında bir tabureye tünemiş, züppelikten çok engellenmemiş bir görüntü alması gereken fotoğrafçının işini kolaylaştırmak için gözlüğünü çıkarmış. Onu geçici olarak elinde tutar; içinde hiçbir kötülük olmayan, masum ve kesinlikle çaresiz biridir. Bir tabureye dik mi oturulur, yoksa insanın rahatça bacak bacak üstüne atması mı gereklidir, bilemez. Yeni çıkardığı gözlüğünü objektiften sakınması gerektiğinden de, tüm düğmeleri ilikli ceketinin ... fazlasıyla doğrucu bir hava verdiğinden de bihaberdir. Şık giyinmiştir ama nedense fotoğrafı bir pazar günü çektirmiş gibi durur." (Kusursuz Sanatçılar'dan)

Aslında aşağıda bahsedeceğim Schnakenberg kitabına bakıldığında iki kitapta da yer alan yazarlar hakkında yazılan özel notların benzediği görülüyor. Yazınsal Yaşamlar'ın sonundaki kaynakçaya bakarak bazıları inanılmaz olan bilgilerin doğru, en azından gerçeğin -abartılı veya değil- yansıması olduğunu düşünüyorum.

Kitabın yeni kapağı koyu mavi renkli, Can Yayınları'nın klasik kitap kapağından farklı. Ben resimde gördüğünüz 2008 yılı baskısının kapağının hem resmini, hem standarttan biraz geniş oluşunu, hem de dizgisini daha çok sevdim ve bu baskıyı okudum. (Esas favorim Google'a "written lives" yazmanız halinde bulacağınız renkli kitap sırtlarında oluşan kapak!) Tek geliştirilebileceğini düşündüğüm nokta fotoğrafların netliği. Saman kağıt zamanla siyah-beyaz fotoğrafları zevk vermez hale getirebiliyor ve o güzelim fotoğraflara yazık oluyor.


Büyük Yazarların Gizli Hayatları - Robert Schnakenberg


Bu kitabı kitapçıda gördüm ve Tolkien hakkında birazdan alıntılayacağım kısmı okudum, sevdim. Birkaç yerde hakkında vasat yorumları okudum. Açıkçası illüstrasyonları, renkli baskısı, kullanılan kâğıt ve "esprili" dil bu yorumlarla birleşince beklentimi düşürdükçe düşürdüm. Hatta neredeyse okumayacaktım ki kütüphanede Yazınsal Yaşamlar kitabının durduğu rafın hemen üstünde görünce alıverdim. Pişman mıyım? Asla!

Öncelikle "beklenti ayarları" iyi yapılırsa son derece eğlenceli ve neredeyse öğretici bir kitap. Çoğunlukla, İngilizce eser vermiş yazarlardan ve edebi değerlerinden çok eksantriklikleri ölçü alınarak gayet sübjektif şekilde seçim yapılmış. Her bir yazar için ortalama 7-9 sayfa ayrılmış. Bölümler yazarın milliyetini, doğum ve ölüm tarihlerini, önemli eserlerinin adını ve edebi üslubunu belirten künye ile başlıyor. Hemen ardından bir buçuk-iki sayfalık ilginç bir kısa hayat hikâyesi yazılmış. Sonra bu kısımda dikkat çekilen noktalarla ilgili 6-7 anekdot aktarılmış. İçlerinden en tuhafı veya karikatürleştirmeye en uygunu Mario Zucca'nın elleriyle illüstrasyonlara dönüştürülmüş ve renkli, tam sayfa basılmış.

Peki bu "garip"likler arasında neler var? Buyurun size tadımlık bir kaç alıntı*...

"Balzac'ın edebi üretkenliğini tetikleyen şey neydi? Ne olacak, milyonlarca insanın şu bitmek bilmez akşam toplantılarını atlatmasını sağlayan şey: bildiğiniz yüksek oktanlı kahve. Gecelerini gündüze katan Fransız yazar, günde yaklaşık elli adet koyu Türk kahvesi içiyordu. Starbucks'ın olmadığı bir çağda bu miktarda bir tüketim, hakiki bir maharet gerektiriyordu. Kahvesini pişirilmiş halde önüne getirtemediği zamanlarda yazar, Limbaugh stiline başvurarak bir avuç çekirdeği öğütüp ağzına atıyordu."


"Dickens şimdi, insanların seri şekilde yayınlanan uzun romanlarını satın almak için kuyruklar oluşturduğu bir dünyada yaşıyordu. 1841'de New York'ta altı bin kişi Antikacı Dükkânı'nın en son çıkan bölümlerinin gelişini beklemek için bir limanda toplanmıştı. Romanın gözü pek genç kahramanının kaderini merak edenler, yaklaşan buharlı gemideki denizcilere 'Küçük Nell ölüyor mu?' diye sesleniyordu ... Dickens zamanının Stephen King'iydi; eleştirmenler tarafından sevilmez ama çok sayıdaki tutkulu hayranından saygı görürdü."


Balzac, Kafka, Tosloy, Wilde                                      Kaynak: domingo.com.tr
"J.R.R. Tolkien Hobbit'i yalnızca yazmakla kalmadı. İçten içe kendisinin de bir Hobbit olduğuna inandı. Milyonlarca hayranından birine 'Ben aslında (boyutlarım hariç) bir Hobbit'im' demişti. 'Bahçeleri, ağaçları, traktörlerle sürülmemiş tarlaları severim. Pipo içer iyi ve basit (dondurulmamış) yiyecekleri severim ama Fransız yemeklerinden nefret ederim. Şu yavan çağda süslü yelekler giymeyi sever, hatta göze alırım. (Tarladan toplanmış) mantara bayılırım, (beni beğenen eleştirmenlerimin bile bezdirici bulduğu) çok basit bir espri anlayışım vardır. Geç yatar (mümkün olduğunda) geç kalkarım. Fazla seyahat etmem.'"


"Franz Kafka: Öldür beni yoksa katilsin!" (Son sözler bölümünden)

Şunu da demeden geçemeyeceğim kitabın baskısı işgüzarlık örneği. Domingo Kitap aslında o kaliteli ve kalın kağıt seçimiyle, renkli baskısı, düzgün dizimi ve az sayıdaki imlâ hatasıyla güzel iş yapmaya çok yaklaşmış. Yalnız benim gibi okurken kitabın estetiği değil benim konforum önce gelir diyenlerdenseniz baskı size göre değil. Bir kere belki de renkli baskıyı kaldırabilmesi için kullanılmış olan o kalın kâğıt 300 sayfalık kitabı 1000 sayfalık kitapların ağırlığına ulaştırmış. Kapak ve ciltleme öyle acayip ki normal şekilde kitabı açık bir masaya koymanız mümkün değil, katlanmıyor, kapanıyor. Mutlaka elinizle zapt etmeniz gerek ki bu da zamanla çok yorucu bir hal alıyor. Yorulup benim gibi aman ya şunu biraz zorlayayım iyice açayım bakalım dediğinizde hemen yaprak aralarından cildin dibi yapışkan zemini görünmeye başlıyor. Cilt sağlam sanırım, dağılacak gibi durmuyor ama yine de moral bozucu.

Son bir şey daha: Tebrikler çevirmen Duygu Akın'a! Bu mizahi dili, popüler kültüre atıflarla dolu metinleri çevirmek kolay olmasa gerek. Akın başarıyla tüm şakaları, kapaktan da görüleceği üzere argo, deyim ve şarkıları sanki aslında Türkçe yazılmışlar gibi çevirmiş. 

Tanımadığımız Meşhurlar - Hikmet Feridun Es


Peki Türk yazarlar hakkında böyle bir kitap var mı? Münhasıran yazarlara ayrılmış benim bildiğim bir kitap yok. Eğer olsaydı lise edebiyat derslerine renk katardı; hangi yazar hangisiyle dönemdaş, kim kimi neyle eleştiriyor, önemli eserlerdeki biyografik unsurlar neler ya da belki sadece kim hangi kitabı yazmış gibi konuların öğrenilmesi kolaylaşırdı. 

Öte yandan zamanında Tanımadığımız Meşhurlar kitabında birçok yazar hakkında çok ilginç bilgilere yer verilmiş. İncelediğim kadarıyla meşhurlar 1900'lerin başında yaşamış fikir adamları, edebiyatçılar, sanatçılar, bilim insanları ve siyasilerden oluşuyor. Kitaptan tadımlık bir parça Ahmet Hakan'ın Ne Varsa Eskilerde Var başlıklı yazısında sunulmuş.

* Şimdi baktım da Schnakenberg'in kitabından seçtiğim alıntılar "en garipler" değil de en beğendiklerim olmuş galiba (Sanırım aynı şey Marias'ın kitabı için de geçerli). Yoksa gariplik arıyorsanız çılgın fantezilerden aile boyu intiharlara, idrar içenlerden simetri ve hijyen hastalarına kadar her şey var kitapta.

14 Nisan 2012 Cumartesi

Sosyal Medyaya Teslim Oluyorum...

Bu işler paket programmış da ben bilmiyormuşum. Öyle, bir çılgınlık yapayım, kendi kendime bir blog yazayım denmiyormuş. Sonra adama soruyorlar hani bunun Facebook sayfası, hani Twitter hesabı diye. Teslim oluyorum! 

(Twitter'ı henüz tam çözemedim, 140 harfe bir şeyler sığdırmak, o hızlı mesaj bombardımanından sağ çıkmak çok zor ama olacak herhalde...)

Facebook:

Kitap Notları

Twitter:

@KitapNotlari

Sizleri de beklerim efenim. Saygılar!

10 Nisan 2012 Salı

Evrimsel

Efenim, Kitap Notları her gün genişlerken ele alınan kitaplar sadece benim ilgi alanımla ve bilgimle sınırlı kalsın istemedim. Hakkında genel olarak koyu bir cehaletin (yani bildiğini sanırken bilmemenin) kol gezdiği bir konuda, evrim konusunda, bu konuyla ilgilenen bir arkadaşıma neler okunabilir dedim. Cevabı aşağıdaki gibi oldu.


"  Prof. David Sloan Wilson hem biyoloji, hem de antropoloji kürsüsüne sahip bir akademisyen. Ama kendisini bir evrim biyologundan ziyade bir “evrimci” olarak tanımlıyor. Evrim teorisini bu kadar önemli kılan ve popüler bir tartışma konusu haline getiren kapsayıcılığının kalbine giriyor ve günlük hayat fenomenlerine, birbirini tamamlayan muazzam bir evrim yapbozunun parçaları gözüyle bakıyor. Bu evrimci bakış açısıyla evrim teorisini ve işlevlerini bilimsellikten uzaklaşmama gayretiyle birlikte güler yüzlü bir şekilde tanıtıyor Herkes İçin Evrim'de. Yazara göre bilim, ellerin kolların sıvanıp işe adeta girişilen bir deneyim. O yüzden kitapta da ilginç deneylerden ve pek çok atıftan yararlanılmış. Ama gözünüz korkmasın çünkü pek çok popüler bilim kitabı gibi, bilim insanı olmayanlar için bilim kitabı formatında. Bu yüzden de anlaşılır ve basit bir üslup kullanmaya özen gösterilmiş. Kitap 36 bölümden oluşuyor. Bu kitap, artık kabak tadı vermiş tartışmaların dışına çıkıp bu teorinin bize sunduğu vizyondan keyif almayı hatırlatıyor, o yüzden yeri ayrı. Niyet din-bilim tartışmalarından sıyrılıp evrimin işlevselliği hakkında eğlenceli bir şeyler öğrenmekse, gayet uygun bir seçim.

Richard Dawkins dünyanın en popüler biyologu. Bu popülerliği daha çok dinler hakkındaki görüşleri ve sivri dili sebebiyle olsa da o aslında önemli bir biyoloji profesörü. Dawkins’in 11 tane basılı kitabı var ve çoğu da Türkçeye çevrilmiş. Aslında kendisi bu önemli kuramı anlatan en tanınmış insan olarak dünya görüşünü çok fazla ön plana çıkardığı gerekçesiyle kimilerine pek sıcak gelmiyor. (Kimi evrim biyologlarına bile!) Ancak yazdığı kitaplarda genel olarak “ikna edicilik” düsturunu seçmesi, geniş kitlelerce bilinmeyen veya yanlış bilinen olguları yalın hale getirip iyi bir evrim temeli vermesine katkı sağlıyor.  “Tanrı Yanılgısı”nı ve bir gen merkezli evrim teorisi kitabı olan “Gen Bencildir”i bir kenara bırakırsak, genel olarak evrimi anlattığı popüler kitapları şunlar: (yeryüzündeki en büyük gösteri)

Yeryüzündeki En Büyük Gösteri: Bu kitapla Dawkins, popüler evrim tartışmalarında karşıtlar tarafından hâlâ sıklıkla kullanılan “sadece bir teori”, “kayıp halkalar nerede?” gibi argümanlara cevap veriyor ve kendi argümanlarını sunuyor. Bir çeşit bilimsel polemik kitabı gibi olsa da kanıtlarla, resimlerle destekli ve öğretici olduğu bir gerçek.

Kör Saatçi: Bu kitapta evrimsel mekanizmaları meşhur “kör saatçi” metaforu üzerinden ve ilginç örneklerle anlatıyor. Okumamın üzerinden çok zaman geçti ama bu kitabın, evrimi anlamak istediğim ilk zamanlarda bana o kapıyı açan anahtar olduğunu söyleyebilir ve meraklılara tavsiye edebilirim.

Bunun dışında da Stephen Jay Gould ve Ernst Mayr'ın henüz okumadığım kitapları ile Dawkins’in geçmişe doğru giderek evrimin tarihsel sürecini anlattığı Ataların Hikayesi'ni de okuyup umarım başka bir zaman burada B A’nın izniyle paylaşırım. "


Benim için bir zevk, her zaman beklerim :) 

6 Nisan 2012 Cuma

Koyu Pembe Kitaplar

Daha önce pembe kitaplardan bahsetmiştim. Hani şu renkli kapaklı, sevgi pıtırcıklı, suya sabuna dokunmayan antidepresanlar... İnsan bazen de sıkıntılı ya da üzgün olmamasına rağmen hafif bir şeyler okumak istiyor. Mesela yorgunluğun çok olduğu dönemlerde. Daha gerçekçi ama yine de acı gerçeklerden arındırılmış, daha karmaşık kurgular ama yorgun bir günün ardından yatmadan önce anlaşılabilecek şeyler. Pembe kitaplarla kıyaslarsam şöyle özetleyebilirim:

* Kitap kapakları özenli olsa da okuyucuyu cezbetmek için ayrıca yaldızlara ve süslü puntolara bulanmamıştır.
* Tanıtım yazılarında pembe kitaplarda olduğu gibi "best-seller"lık vurgulanır. Kitabın kaç dile çevrildiğinden, kaç milyon sattığından, ortalığı kasıp kavurduğundan bahsedilir. 
* Yine ana konu aşktır fakat bu sefer kadın kadar erkek kahramanlara da yer verilir. Hatta bazen başkahraman erkek bile olabilir. 
*Konu aşk olsa da pembe kitaplara kıyasla hayatın daha ciddi gerçeklerine de yer verilir. İnsan ilişkilerinin daha sert yüzü, doğal afetler, yoksulluk, ciddi sağlık sorunları kurguya girer. Yine de ezilen sınıflardan, savaştan veya suçtan bahsetmesini beklememek gerekir.
* Mutlu sonla biter. Belki pembe kitaplardaki gibi "çok mutlu son" değildir ama olabileceğinin en iyisidir. 

İşte bunlara da mor röfleli, koyu pembe, neredeyse narçiçeği kitaplar demeye karar verdim. Aralarında yukarıdaki hususlarda enteresan benzerlikler taşıyan iki örneğim de var.

Ateşe Atlayanlar - Nicholas Evans

Nicholas Evans on yıldan fazla süre film yapımcılığı ve senaryo yazarlığı ile uğraşmış. Sonra bir gün biri ona travmatize olmuş atları iyileştirme yeteneğine sahip insanlardan bahsetmiş. Bu hikayeyi araştırdıkça ilk kitabı ortaya çıkmış. Hayır, o kitap bu değil! Ondan da bahsedeceğim ileride. Peki bunu neden anlattım? Birincisi bu kitapta, diğer kitaplarında olduğu gibi, filmcilik döneminde kazandığı bir kurgu ustalığı, olaylar ve karakterlerde sadelikle derinliği dengeleyen bir matematik, diyaloglarda bir akıcılık var. İkincisi ise yazar romanlarını araştırarak yazıyor. Kitapları küçük kapalı mekanlarda birbirine benzer insanlar arasında geçmiyor. Bu zenginlik bir araştırma gerektiriyor tabi. 

Kitap bir aşk üçgeninin etrafında dönüyor. Ed, Connor ve Julia. Julia müzisyen Ed'in sevgilisidir. Connor ise bir itfayeci ve Ed'in en yakın dostu. Sonra bölgede çok büyük bir orman yangını çıkar. Yaşananlar  Julia'da Connor'a karşı bazı duygular uyandırsa da Julia'yı Ed'i seçmeye itmiştir. Connor sevdiği kadına erişememenin, ahlaki çelişkilerinin pençesinde kıvranırken belki aklını meşgul etmek, belki başkalarının sorunlarında kendisininkileri unutmak, hatta ölmek üzere kendini savaşların, insanlık trajedilerinin ortasına atar. Sürekli acıları fotoğraflar ama üçlü arasındaki bağ kopmaz. Olaylar... olaylar... Sonu böyle bir aşk üçgeninden temiz ve mutlu bir son çıkarmayı başarıyor. Sürükleyici, okurken dinlenebileceğiniz, insanda hoş bir tat bırakan cinsten.  

Neredesin - Marc Levy

Marc Levy 18 yaşında Fransız Kızıl Haç'ına katılmış ve 6 yıl burada çalışmış, sonra biri bilgisayar ve grafik diğeri iç tasarım üzerine iki şirket kurup yönetmiş. 2000 yılında ikinci kitabı olan Neredesin'in yayınlanmasından bu yana sadece yazarlıkla uğraşıyor. Peki neden yine yazarın hayat hikayesine girdim?

Çünkü kitapta iki ana karakter var. Susan ve Philip çocukluk arkadaşı, ilk gençliklerinden beri de sevgililer. Susan, Peace Corps'a katılıp Honduras'ta yaşamaya başlıyor; Philip reklamcılıkta ilerleyip kendine bir plaza hayatı kuruyor. Sanki Susan yazarın Kızıl Haç deneyiminden, Philip ise "corporate" camia günlerinden beslenmiş gibi. Neyse, konuya dönecek olursak kahramanlarımız yollarının ayırdığını bilseler de birbirlerinden kopamıyorlar. Araya Philip'in evliliği, uzaklık, farklı bakış açıları, ailevi sorumluluklar giriyor. birbirlerine duydukları sevginin yanında kopuşu engelleyen bir şey daha var: Lisa. Ve yine olaylar gelişiyor.

Ben kitapta en çok Honduras sahnelerini beğenmiştim, Philip'in çocuklarının arka bahçede oynayışı da fotoğraf gibi gözümde canlanmıştı. Okumak son derece eğlenceliydi. Ateşe Atlayanlar'daki gibi yine herkesin kendince masum olduğu bir aşk üçgeni, yine birbirine kavuşamayan sevgililerin gizli kalmış çocukları, yine önemli bir karakterin ölümü, yine baş kahramanlardan birinin insanlık için yokluk ve zorlukla mücadele  ederek iç huzur arayışı, yine olabilecek en mutlu son.


Koyu pembe kitaplar, hayata bakışınızı değiştirecek sosyal/psikolojik alt metinleri olan, edebi açıdan yetkinliğin tepelerinde dolaşan, zeka ve yaratıcılık dolu kurgularıyla çığır açan şaheserler olmayabilir. Zaten insan sürekli böyle kitaplar okumak istemeyebilir, istese de beceremeyebilir. İşte pembe kitaplar kadar "pembe" olmayan ama boş zamanlarda okunarak esasen dinlenip eğlenmeye yarayan koyu pembe kitaplar böyle zamanlar için ideal. Belki arka arkaya okunurlarsa iç bayıcı ama arada bir okunduğunda leziz. İlginç hikayeleriyle insanı saran, sürükleyici kitaplar...Hiç fena değil, hiç.

2 Nisan 2012 Pazartesi

Kitap Tüketimi...Pardon, Aşkı

Kitaplara bakmaktan okuyucuya (kendim dahil) pek bakmamışım. Meğer çok cinsmişiz. Piyasalaşmanın hayatımızın bir parçası, almak-satmak döngüsünün hayatımızın özeti haline geldiğini biliyordum. Allı pullu kitap kapaklarını, film yıldızları gibi fotoğraf çekiminden röportaja koşan yazarları , reklam ajansı gibi çalışan yayın evlerini görmek yetiyordu. Ama ya okuyucu? O hiç piyasalaşmadı mı? O okuyucudan tüketiciye "terfi" etmedi mi?
İnsan zihninde 3 gün, kitaplık rafında 30 yıl dayanır.
Su geçirmez, toz tutmaz, sararmaz. Dekoratiftir. 
Nasıl ki yazarların artık seri halde edebi mallar üreten serbest meslek erbabına dönüştüğü söylenebilirse okuyucunun da edebi malları maliyet-fayda analizine tabi tutarak talep eden tüketicilere dönüştüğü savunulabilir. Çok sert bir şey mi söyledim? İlk aklıma düştüğünde buna ben de inanmak istemedim. Ama artık bundan eminim.

Sanırım okuyucunun tüketicileşmesinin en önemli kanıtlarından biri sahip olma arzusu. Eskiden kitap zor bulunan, bulunduğunda da paylaşılan, tekrar tekrar okunan, cildi dağılınca tekrar ciltlenen ve yine kullanılan bir şeymiş. İnsanlar sahip olduklarından kat kat fazla kitap okumuş oluyorlarmış. Şimdi birçoğumuzun kitaplığı (henüz veya hiç) okumadığı kitaplarla dolu. Okuduğumuzdan çok ve hızlı alıyoruz. Eğer parasını verip bir kopya edinmediysek o kitabı tam okumuş saymıyoruz kendimizi, tam doyuma ulaşmıyoruz. Bir kilo demir mi bir kilo pamuk mu ağırdır bilmecesi gibi 50 kitap okumuş ama 100 kitabı olan adam mı 55 kitap okumuş ama 22 kitabı olan adam mı yeğdir diye sorulsa bir durup düşünürüz.

Sahip olmak okumak kadar önemli olunca kitabın fiziki özellikleri, fiyatı, popülerliği bizi daha çok ilgilendirir oluyor. Para ödediğimiz, satın aldığımız, sahibi olup muhafaza ettiğimiz kitaplara kimse dokunsun istemiyoruz. Onu pis kalemlerimizin ucundaki düşüncelerimizle, coşkumuzun ve kendimizi kaptırmışlığımızın ifadesi kırışıklıklarla kirletmiyoruz. Kalemi kullandığımız tek yer iç kapakta adımızın yazdığı yer. Buna değer çünkü böylece hem kitaba, hem dünya âleme bu kitabın kime ait olduğunu, kimin malı olduğunu gösteriyoruz.

Okurken kitabın sayfalarını cımbızla tutup usulca çeviriyoruz. Kitapla işimiz bittiğinde sıfır kilometre kitaptan farkı olmamalı. Bunu başarırsak mutluyuz. Ama bir arkadaşımız sevdiğimiz kitabı okumak ve bizden ödünç almak isterse geriliyoruz. Yoo, ya benim beğendiğimi beğenmezse, benim gibi düşünmezse diye değil. Hem insan buna niye gerilsin ki? Geriliyoruz çünkü paylaşım hazzımız, muhafaza ve sahiplik tatminimiz kadar güçlü değil. İkinci kez okumayacağımızı bildiğimiz bir kitabı az da olsa geri alamama ihtimali sinirimizi bozuyor. Geri alacağımızdan emin olsak bile sayfaların yıpranma, kapağının uf olma ihtimali soğuk terler döktürüyor. Ya "yok" diyoruz ya da gidip arkadaşımıza da aynı kitaptan alıyoruz. Hem hediye hem kitap! Ödünç vermekten daha büyük bonkörlük! Çünkü bir kitap daha tüketiyoruz, piyasadan payımızı alıyoruz. Arkadaşımızın da kitaba sahip olmasını sağlıyoruz.

Kitaplara aşığız ama hepsine değil. Mesela başkalarının kitaplarını okumuyoruz. Kapağı ilk açan biz olmalıyız. Çünkü başkalarının kitaplarında sayfaların üstünde gözler gezdikçe yazılar siliniyor, içerik değişiyor. Bunu herkes bilir. İkinci ele de sıcak bakmıyoruz, kütüphane çok demode. Allah bilir o kitaplara kaç kişinin eli değdi, kaç kişi üzerine belki duygularımızı paylaşacak, belki bir şeyler öğretecek notlar aldı. Kirlendi sonuçta, toplu taşıma kullanmaktan, dışarıda yemek yemekten daha tehlikeli sağlık açısından. Kitabın iyi durumdaysa da sen ona bakma, hiçbir kitap piyasa değeri ödenip ilk elden sahip olunmadıkça yeterince okumaya değer değildir. Zaten aynı verimi de alamayız. Çünkü kitaba sahip olup onu raflarımızda saklamak, kapağını bir daha açmasak da dolu kitaplığın önünde gururla gelip geçmek okuma deneyiminin bir parçası. Dekorasyonun da...

Üstelik tüketimimiz kahramanca bir şeyler de içeriyor. Yayıncılık sektörünü biz ayakta tutuyoruz. Tamam belki televizyon dizileri ile Hollywood yapımlarına konu olanlar, alengirli kapaklılar, yazarı en çok televizyonda görünenler, bir de en  önemlisi en ucuzlar favorimiz ama işte edebiyatın sponsorları biziz. Birer küçük Medici'yiz. Bir kitap bir internet sitesinde 20 tl'ye satılarak esamesi okunmazken, diğer sitede 4tl'ye satılarak liste başı oluyorsa, işte bu bizim kitap sevgimizden ve biraz da rasyonel tüketici modelinin gereğinden. Rasyonalizmi eleştiren davranışsal iktisatçıları doğrulayarak "kapağı güzel", "özel baskı", "herkes bunu okuyor", "kimse de bu yok" diyerek de satın alanlarımız var, göz ardı edilemez. Tüketenin pardon okuyanın hepsi bizden.

Bunları hep kitap aşkından, öğrenmenin, gelişmenin, paylaşmanın tutkusundan yapıyoruz...evet...yapmıyor muyuz? Ne...tüketme aşkı mı? Eh yine de en yararlı tüketici biziz!