16 Aralık 2015 Çarşamba

Yeni Yıl Hediyesi



Bu sene çok az kitap okudum ama okuduklarım içinde çok iyiler vardı. Otomatik Portakal, Sözde Terörist, Kadının Adı Yok, Sineklerin Tanrısı, Saatleri Ayarlama Enstitüsü... içlerinden en iyisini seçmek zor ama benim en çok etkilendiğim Sözde Terörist oldu. En beğenmediğim kitap ise yorumlamam için gönderilmişti, o yüzden adını söyleyemiyorum :)

Sizin bu yıl okuduklarınız içinden en sevdiğiniz, herkes okumalı dediğiniz veya en çok etkilendiğiniz kitap hangisi oldu? Peki ya boşa okudum dediğiniz en kötüsü?

2016 okuma listeleri hazırlanırken bu soruların cevaplarını bilmek eğlenceli ve faydalı olabilir. Üstelik yorumunuza e-posta adresinizi de eklerseniz aşağıdaki her telden 3 güzel kitaptan oluşan hediyeyi kazanabilirsiniz. Bir de sürpriz kitap var :)

Kitap Notları gururla sunar:

Düşman Yaratmak - Umberto Eco

Düşman Yaratmak, “rastgele yazılar”dan oluşan bir kitap. Ama, yazarın 20. yüzyılın en önemli düşünce adamlarından Umberto Eco olduğunu düşününce, bu yazıların öylesine seçilmiş konularda rastgele yazılmış yazılar olmadıkları belli.


Kitabın adının kaynağı olan “Düşmanı İnşa Etmek” yazısı, New York’ta Pakistanlı bir taksi şoförünün Eco’ya sorduğu, “İtalyanların düşmanları kimler?” sorusuyla başlıyor. Böylece ülkelerin “dış düşman”lardan çok “iç düşman”larla uğraştığı ve bir düşmanın olmaması durumunda bu düşmanın “inşa edildiği, yaratıldığı” sonucuna varan yazar, bu inşa sürecini Cicero’dan Sartre’a çeşitli metinler aracılığıyla örnekliyor.
Öteki yazılar da, kutsal kavramından hazine arayışına, ıssız adalardan ateşin kültür tarihine, “Soğuk Güneş” ve “Oyuk Dünya” gibi hayali astronomilerden atasözleri üzerine kurulu bir Mutluluk Cumhuriyeti’ne kadar pek çok alanı kuşatan, “hem konuşanı hem de dinleyeni eğlendirmeyi amaçlayan, abartılı retorik alıştırmalar”.

Ezgili Şiirler - Yaşar Oğuz Ergun (İmzalı)
egeyle ışıldıyoruz 
sevinçle bakar göğüdenizi umut mavi
evleri giyiniyoruz beyaz 
dağları parlak kadife

Ege kumaşıdır
işlediğimiz sevgi nakışı 
hakkını verelim aşkın 
bu dağlar sarı gülüşlü

Amelia'nın Sırları - Kimberly McCreight
Kate Baron, on beş yaşındaki kızı Amelia’yla Brooklyn’de sakin bir hayat yaşıyordu. Ta ki Grace Hall Lisesi’nin bahçesinde onun cansız bedeniyle karşılaşana dek. Polis “intihar” diyor. Amelia başarılı bir öğrenci. Harika bir sporcu. Edebiyat tutkunu. Geleceğe umutla bakan bir genç kız. Kendini öldürmüş olabilir mi?
 Kate, kızının ardında bıraktığı izlerin peşine düşüyor...
Amelia’nın sırları birer birer aydınlanıyor...
Çekiliş sonucu 30 Aralık'ta Kitap Notları'nda…

Kazanan Emre Bolat oldu! Şimdi ona bir mail atıyorum. Bir hafta içinde yanıt alamazsam hal-i hazırda belirlediğim yedek talihliyle temas edeceğim. Ayrıca Alamut Kalesi'ni bir arkadaşımın tavsiyesiyle okuyup ben de çok beğenmiştim :)

6 Aralık 2015 Pazar

Otomatik Portakal


Otomatik Portakal çok duyduğunuz, kocaman tek gözlü şapkalı adamını hatırladığınız, belki de Kubrik'in film uyarlamasını izlediğiniz bir kısa roman. Bu kitabı henüz okumadıysanız bütün bunları bilmeniz veya hatırlamanız güzel mi emin değilim. Benim gibi sadece "mühim kitap" fikriyle kitaba yaklaşmanız en güzeli olabilir. Hazırlıksız, her şeye açık ve beklentisiz. Bu yüzden kitabı okumadıysanız okuyun zaten 100 sayfa filan diyerek yazıyı burada sizin için bitiriyorum. Görüşmek üzere!

Eveeet, kitabı okumuşlar ve sözümü dinlemeyecek kadar asilerle devam ediyoruz. Ey kardeşlerim size hemen romanın kıyak lingosundan filan bahsetmek istiyorum. Hatta eğer kıvırabilseydim siz yüce kardeşlerime tüm yazıyı bu lingoyla yazmaktan  gurur filan duyardım. Çünkü baş anti-kahramanımız Alex birinci tekil kişi ile bize başından geçenleri anlatırken Nadsat'ı kullanıyor ve Nadsat çok değişik bir şey. Sadece bir yazar değil aynı zamanda bir dilbilimci olan Burgess'in Rus argosundan, Almancadan ve baka birçok yerden aldığı kelimeler, bu kelimelerdem ürettiği kelimeler ve tamamen kendisinin uydurduğu ifadelerden oluşan bir dil bu. Nadsat'taki bu üretilmiş ifadelerin anlamı yok, okudukça anlamını okur hislerinize dayanarak siz çıkarıyorsunuz. Başta okumak zor gelse de 5-10 sayfa sonra su gibi akmaya başlıyor. Burgess bu yolu Alex'e zamansız ve eskimeyecek bir ses kazandırmak için tercih etmiş ki bence de başarılı olmuş. Hatta bence kitabın en ilginç ve güzel yanı Nadsat. Sanıyorum çevirmenler benle aynı şeyi düşünmüyordur. Nadsat'ı Türkçeye çevirmek çok zor bir iş olmalı. Ben aslı İngilizce olan kitapları aslından okumaya gayret göstersem de bu kitabı çeviriden okumaktan son derece memnun kaldım. Dost Körpe'nin çevirisi hem Nadsat'ın özgünlüğünü hem de keyfini yansıtıyor. Yine de kitabı aslından okumak isterseniz bu mini Nadsat sözlüğü işinize yarayabilir.

Eee, ne olacak şimdi ha?

Nadsat ile ilgili heyecanımı paylaştıktan sonra atıp tutmaya romanın kurgusuyla devam edebilirim. Baş belamız (kahramanımız) Alex lise çağında, içki ve uyuşturucu kullanan, saldırgan hem de çok saldırgan bir genç. Romanın ilk sayfaları Alex ve drooglarının akıl almaz şiddet sahneleriyle geçiyor. Üçüncü sayfa haberleri, bilgisayar oyunları ve filmlerle antrenmana tabi tutulmuş olsam da bu şiddet sahneleri beni çok etkiledi. Etkilemesinin nedeninin şiddetin büyüklüğü kadar bunun zevkle, gururla anlatılması, hiçbir gerekçelendirmeye ihtiyaç duymadan uygulanmasıydı sanıyorum.

Eee, ne olacak şimdi ha?

Kitabın ana fikrinin insanı insan yapanın özgür iradesi olduğu, yoksa otomatik bir portakala (dışı portakal gibi görünen ama için çarklardan oluşan bir alet) dönüşeceği, özgür iradeyle seçilen kötülüğün bile beynin yıkanması, zorlama veya başka bir yolla mecbur bırakılan bir iyilikten evla olduğu söyleniyor. Romanda buna benzer fikirler Alex'e uygulanacak ve kötülük yapma iradesini kaybettirecek tedaviye muhalefet eden din adamı tarafından dile getiriliyor. Yazarın tezi ne kadar asil olsa da aklıma takılan şeyler var. İnsanın özgür iradesini hiç bir şeyle, hatta kötülüğün ortadan kalkmasıyla bile, değişmeyen bir fikri gerçekten bir din adamı mı savunmalı? Din kavram olarak bütün bunlarla çok çelişen bir şey değil mi? İnsanı Pavlov'un köpeklere yaptığına benzer bir şekilde fiziksel olarak kötülük yapmamaya şartlamak yanlışsa zihinsel olarak da benzer bir süreç yürütmek yanlış değil mi? Eğitimin ve ahlakın da yaptığı da benzer bir şey değil mi?

Aklımdaki bu sorular hakkındaki cevaplarınızı ve kitabın bin kere tartışılmış özellikleri dışında felsefesini irdeleyen kaynaklar hakkındaki tavsiyelerinizi bekliyorum. Ve sen, kitabı okumadan bu yazıyı okuyan asi, artık şoklara hazırsın, Otomatik Portakal'ı aklında bu sorularla okuyup bulduklarını buraya yazarsan beni mutlu edersin.

8 Ekim 2015 Perşembe

Sözde Terörist


Bir süredir gündemi takip etmiyorum. Beni kınamayın, kınayamazsınız da. Öncelikle kınanacak o kadar çok şey var ki sıra bana gelmez. Sonralıkla da olanlara can mı dayanır, nasıl takip edeyim!? Böyle bir insanın herhalde gündemle, siyasetle ilgili kitap okumasını da bekleyemezsiniz. Ben de okumuyordum zaten. En çok satanların da en iddialıların da kapağını dahi açmadım. Ben içim kararıyor diye Dostoyevski okuyamam, siz neden bahsediyorsunuz? Ama İsmail reis başka!

Bir gün söyleşisi ve akabinde imza günü olduğunu duydum, arada derede gittim. Kitabı imzalatırken ona da söyledim, valla ben televizyon izleyemiyorum, o programlardaki o tiplere iyi dayanıyor. Neyse kitap diyordum. Sözde Terörist'i okumak istiyordum ama bir yandan da yapamayacağımı düşünüyordum. Sonra bir cesaret başladım. 

Sözde Terörist terör suçunun nasıl iktidarın hoşuna gitmeyen her şey ve herkes demek olduğunu ve bu durumda hukukun en temel ilkelerinin nasıl da buharlaştığını anlatıyor. Sahte dellillerle, hatta dedil olmadan, hatta hatta ortada iddia bile olmadan insanların yıllarca nasıl tutuklu kaldığını biliyorsunuzdur. Bunun birkaç azılı muhalife veya şanssız bir grup vatandaşa kısmet olduğunu düşünüyorsanız çok yanılıyorsunuz. Sözde Terörist çok iyi düşünülmüş şekilde terör suçunun memleketteki tarihini ve teorik çerçeveyi anlayan bir bölümle başlıyor. Bu bölümde anlıyorsunuz ki başınıza böyle şeyler gelmiyorsa sizin pek muhalif olmamanız veya şanslı olmanız değil. Kitaba göre iktidar sizi düşman olarak tanımlamamışsa eh biraz daha güvendesiniz. Eğer düşmansanız, mesela Kürt'seniz, mesela solcuysanız, mesela Alevi'yseniz her an gümbürtüye gidebilirsiniz. Misla fotoğrafta gördüğünüz tek bacağı olmayan Salih Şimşek koltuk değnekleriyle hastaneye gitmeye çalışırken BDP'nin eylemi nedeniyle yolun kesilmesiyle hastaneye varamayıp yola oturmuş, engelli olduğu için oturduğu yerden kalkamamış, oturma eylemine katıldığı için de 6 yıl hapis cezası yemiş biri. 

Böyle onlarca örnek var. Etkilendiğim tüm örnekleri anlatsam sıkılırsınız. Ama İsmail Saymaz anlatınca sıkıcı olmuyor. Sözde Terörist'i elime bir aldım… Garip bir zevk alarak okuyup bitirdim. Okuduğum sırada herkese kitaptan bahsettim. Kendimi verebileyim diye yolda belde değil sadece yatmadan önce okudum. Kitap o kadar rezil şeyler anlatıyor ki adığım bu okuma zevkini garip buluyorum.

Kitabın bu kadar kolay ve keyifle okunmasının iki nedeni var. Birincisi kitap kısa bölümler halinde fotoğraflar ve söyleşilerle desteklenmiş şekilde yazılmış. Bazı bölümler kendi içinde bütünlüğünü kaybetse de, mesela çocuklar diye başlayıp yine yetişkinlerin yaşadığı eziyeti anlatarak tamamlansa da , dikkat dağıtmıyor. Sık sık ara başlık kullanılması takibi çok kolaylaştırmış. Kitabın rahat okunmasının ikinci ve en önemli neden de İsmail Saymaz'ın anlatımı. Saymaz kısa, net, akıcı cümlelerle anlatmış. Okurken sıkılmıyor, cümlenin başını sonunu kaçırmıyor, teknik terimler ve bağlaçlar aragsında kaybolmuyorsunuz. Saymaz'ın anlatımında hepsinden çok hoşuma gidense kara mizahı oldu. Tam ayarında, tam yerinde durumun vehametini vurgulayan, ironi dolu; mesela:

Koca Salihli'de ''terörle mücadele'' denince akla, TEM Şubesi'nde görevli Süleyman Aydelik ve Savaş Güler gelmeyecekse kim gelecekti? Değil Salihli, bütün bir Manisa bile, ne o güne kadar ne o günden sonra böylesi ''külyutmaz'' ve ''işinin ehli''polislere şahit olmadı. 
Süleyman ve Savaş'ın ''madalyalık'' mücadelesi, Haziran 2006'nın ilk günlerinde başladı. 8 Haziran 2006'da Asri Mezarlık'ta Ertuğrul Karakaya adlı gencin mezarı başında anma töreni yapılacağını haber almışlardı. Böyle bir ''komünistliğe'' izin vermeyi düşünmüyorlardı. Komünistler Salihli'yi boş mu bulmuşlardı! Kimse yoksa TEM Şubesi'nden Süleyman ve Savaş vardı. Bu bşr vatan göreviydi kuşkusuz… 
Tarih gelip çattığında mezarlığın biraz uzağında saklandılar. Ellerinde kamera vardı ve gizlice çekeceklerdi. Kameralı kaydın yasal izni yoktu. Salihli'de yasa dediğin, Süleyman ve Savaş'tı. … 
Mezarlıktaki anma ise görüntülenememişti.
Fakat ilçede, Seyfullah Öselmiş gibi, yüreği TEM'den Süleyman ve Savaş'la birlikte çarpan bir savcı görevliyken, kayda ihtiyaç yoktu. Bir tutanak yeter de artardı. Savcı Öselmiş, ''kaybettiği oğlunu anan anne ve onun örgütünü'' çökertmeye and içmişti. (sayfa 137-141)
Kitabı okuyup bitirince içime ''aman siyasi olaylara karışmayın evladım'' korkusuna benzer bir korku girdi. Çünkü bir kere t..ör dendi mi bittiniz, artık kuralın kanunun olmadığı bir arenadasınız. Önceden ne kadar bilsem de bir cahil cesareti varmış, cehalet mutlulukmuş. Siz de okuyun sizin de huzurunuz kaçsın. Belki böyle böyle bir gün rahatça istediğimizi düşünüp huzur içinde yaşarız.

10 Eylül 2015 Perşembe

Belalı Avukatlar

Bu yazıda iki romandan bahsedeceği: John Grisham'ın Türkçeye Şirket adıyla çevrilmiş romanı The Firm ve Matthew Quirk'in The 500 adlı (Türkçesi 500) romanı. İki roman birer başlarına heyecanlı macera/polisiye romanları ama birlikte okuyucuya ilginç bir tecrübe yaşatıyorlar çünkü The 500, The Firm'e açıkça bir saygı duruşu (tribute). O zaman önce The Firm ile başlayalım:

The Firm


John Grisham Missipi'de ceza avukatlığı yapmış, çalıştığı dosyalarda ve mahkeme salonlarında öğrendiği hikayeler nedeniyle yazarlığa merak sarmış. Daha sonra ABD Temsilciler Meclisi üyesi de olan Grisham yazarlık kariyerine geç girse de, ilk romanı defalarca yayıncılar tarafından reddedilmiş olsa da daha sonra en çok kazanan ve en çok yazan romancılardan biri olmuş.

1992 yılında basılmış olan The Firm, Grisham'ın ilk yazdığı en popüler romanlarından biri. Fakir, ailesi parçalanmış ama aklı ve hırsıyla Harvard Üniversitesi hukuk fakültesinden mezun olmuş, çiçeği burnunda bir avukatın burnunun nasıl da boka battığını anlatıyor. Elemanımız Mitch güç, prestij ve hepsinden öte para için öyle bir hukuk bürosuna (yani firm) giriyor ki kısa sürede silahlı adamlar, FBI ajanları, dinleme cihazları, şüpheli ölümler hayatının sıradan parçaları haline geliyor.

Grisham Mitch'in öyküsünü 3. tekil kişiyle anlatmış. Kullandığı dil polisiye-macera romanı için yeterince basit ve sürükleyici ama onu iyi bir roman yapacak kadar da güçlü ve edebi olmasa da keyifli. Ben The 500The Firm'den önce okumuştum. O yüzden başıma neler geleceğini tahmin ediyordum. Bundan mı yoksa The 500'un çılgın temposundan mı bilmem The Firm bana biraz yavaş geldi. Hem öykünün ilerleyişi hem de aksiyon açısından yavaştı. Eğer bu tip kitaplarda ters yönde son hız giden arabalardan, patlayan camlardan, kırılan kapılardan, bol silah ve kandan hoşlanıyorsanız The Firm size bunu sunmayacak.

Bence The Firm'ü ilginç yapan kitapta iyiler ve kötüler şeklinde iki tarafın değil üç tarafın olması. Üstelik mafyanın içine sızan polis, mafyaya ihanet eden iyi çocuk gibi bir klişe yok ortada. Hikaye çok ince ince düşünülmüş. Yazar avukatlığı da, bankacılığı da, vergi işlerini de, mafya pazarlığını da tadınla anlatıyor. Hiçbirinin detayına okuyucuyu bayacak kadar girmiyor. Konuyu çok iyi bilen birinin iyi özetleyebilmesi gibi... İnsanın parayla ve hırsıyla nasıl kandırılabileceğini de güzel özetliyor.

Yalnız Mitch'le ilgili bazı sorunlarım da yok değil. Mitch ki süper çocuk gibi bir şey; akıllı, azimli, yakışıklı, hayat tecrübesine sahip, çalışkan… Nasıl oluyor da üstüne para ve daha çok para atarak onu cezbetmeye çalışan bu hukuk bürosunun ağına düşebiliyor? Nasıl bunun gerçek olamayacak kadar iyi olduğunu, işin içinde bir bit yeniğinin olduğunu düşünemiyor? Ayrıca başta böyle ölümcül bir hata yapan bir adam nasıl oluyor da sonra mafyacılıkta olanca tecrübesizliğiyle tam bir stratejist kesiliyor?

Özet: Orijinal fikir, akıcı dil, sürükleyici ama yavaş ilerliyor, aksiyon tarafı eksik ve insanın kafasında bazı sorular da oluşmuyor değil.


The 500


The 500 de The Firm gibi ailesi parçalanmış, parasızlık çeken genç bir hukuk mezunu var. Yalnız kahramanımız Mike Ford Mitch'ten biraz farklı. Onun gibi çalışkan, onun gibi zeki ama bence daha gerçekçi bir karakter. Mesela Mike ufak tefek de olsa suç geçmisi de olan, çıkarları için sınırları zorlayabilen biri. Mitch gibi çok parlak bir avukatken sadece lükse kapılarak mafyanın ortasına düşmüyor. Harç parasını ödeyemediği, bu yüzden belki de mezun olamayıp tüm emeklerini hiç edecekken Davies Group'tan bir teklif alıyor. Zaten o sırada kendisine iş verecek başka bir yer de yok.

Davies Group dünyanın en güçlü 500 insanını elinde tutan bir danışmanlık/lobi şirketi. Bir kanun mu çıkartmak istiyorsunu Davies Group'a parayı veriyorsunuz onlar hallediyor. Biri hakkında her şeyi öğrenmek veya bir iş anlaşması mı yapmak istiyorsunuz, Davies Group hizmetinizde, siz paradan haber verin. Bu elbette Davies'e büyük bir güç veriyor. Burada garip olan Davies'in bunu nasıl becerdiği? İşte o soru zaten Mike'ın başına olmadık işler açıyor.

Quirk kitabı birinci tekil kişinin ağzından biraz da konuşur gibi yazmış. Mike akıllı, eğitimli ama özünde bir arka sokak çocuğu olarak kendine has bir mizah anlayışı ve üslupla hikayesini anlatıyor. Bu Mike'ı benim gözümde daha etten kemikten biri haline getirdi. Mizah anlayışını da sevdim.

The Firm ne kadar yavaşsa The 500 bir o kadar aksiyon dolu. Çalıntı arabayla takla atmaktan kötü adamlardan soğuk suda yüzerek kaçmaya, dolapta kilitli kalmaktan binaları havaya uçurmaya ne ararsanız var. Çok sürükleyici ve heyecanlı. Yalnız bazen öyle şeyler oluyor ki iş Rambo Rus ordusuna karşı tadında bir şeye dönüyor. Buna pek kafayı takmamaya çalışırsanız zevkle okunuyor.

Olay örgüsü de hoşuma gitti. Alışıldık bir mafya meselesinden farklı, yirmi yıllık acayip bir mesele,  muazzam bir şebekeyle karşı karşıyayız. Mike'ın karşılaştığı ikilemler ve yaptığı tercihler, hele de finali pek güzel.

Özet: Kişilikli anlatımı ve temposuyla hoşuma gitti. 'Mike herkese karşı' seviyesindeki aksiyonunu pek çekici bulmasam da zevkle okudum. Ne yalan söyleyeyim galiba The Firm'den çok sevdim.

5 Ağustos 2015 Çarşamba

Saatleri Ayarlama Enstitüsü


Son yıllarda nedeni bilinmez şekilde çok popüler olup kitapseverlerin elinden düşmeyen iki Türk edebiyatına ait eser var: Biri Kürk Mantolu Madonna diğer de Ahmet Hamdi Tanpınar'ın kaleminden Saatleri Ayarlama Enstitüsü.

Romanın adı aslında biraz yanlış yönlendiriyor; bu roman enstitü ve enstitünün çalışanları hakkında değil, romanın baş kahramanı Hayri İrdal hakkında. Roman İrdal'ın çocukluğundan başlayarak onu kendisi yapan ve SAE'nin (romanda da bu şekilde kısaltılıyor) iki numaralı adamı konumuna getiren insanları, ortamı ve olayları anlatıyor.

İrdal fakir ve hurafelerle dolu, geleneksel bir ortamda çocukluğunu geçiriyor. Babası silik ve pasif biri. İrdal'ın örnek alabileceği, ona yol gösterecek pek kimse yok etrafında. İrdal'ın okula ilgisi yok. Eğitim alabileceği tek kişi yanında çok kısa süre kalabildiği saat ustası. O şansı da ıslakaladıktan sonra bir de çok sevdiği ilk eşi ölünce İrdal bir boşluk ve sallantı içinde geçiriyor hayatını. Hep kendisini kurtaracak bir el bekliyor, tahlihsizlik ve kısmetsizliğine yanıyor, zamanını orada burada öldürüyor… Karşısına Halit Ayarcı çıkıyor ve İrdal'ın saat ve zamanla ilgili söylediği birkaç sözden feyz alarak yeni projesi olan SAE'ye yelken açıyor. SAE ne, ne işe yarıyor, neden diye sormayın. Tek bilmeniz gereken çok mühim ve lüzumlu bir müessese olduğu. 

Bu romanın Türkiye'nin batılılaşma serüvenini taşladığı hakkında çok yazı okudum. İrdal şeyhlerin, hurefelerin, bilgisizliğin dolu olduğu bir ortamda büyüse de, SAE'nin modernliğinden, ilerlemeden, atılımdan bahsedilse de ben romanın ''modernleşme'' eleştirisi olduğunu düşünmüyorum. Bence bu roman moderncilik olsun gelenekselcilik olsun değişmeyen bir kafa yapısını tiye alıyor. Bu kafa şekilci, gösterişçi, iki yüzlü, çıkarcı, kolaycı bir kafa. Çünkü hazır lopçuluğu, tembelliği ve iki yüzlülüğü İrdal'ın SAE öncesi geleneksel diyeceğimiz hayatındaki pek çok karakter de görüyoruz. Hatta SEA gibi müthiş bir boş beleşliğin Batı başta olmak üzere tüm dünyada popülerleşmesi de bizim batılılaşmamızın sakatlığından ziyade bu durumun insanlığın sorunu olduğunu gösteriyor.



SAE'nin en güzel tarafı [spoiler] ne SAE binasının saçma sapan şekilde bu konuda en ufal liyakata sahip İrdal tarafından tasarlanmasını destekleyen SAE çalışanlarının söz konusu kendi kooperatifleri olunca isyan etmesi ne de İrdal'ın ikinci eşi Pakize'nin verdiği röportajda çelimsiz ve okumamış İrdal'ı ata binip müzaik aleti çalan ve şiirden hoşlanan bir salon erkeği olarak tarif etmesi [spoiler], en güzeli Tanpınar'ın üslubu. Kara mizahın en koyusunun tatlı-acı tadı damağınızda kalarak okuyorsunuz. Bazen öyle bir şey söylüyor ki (mesela memleketten hiç gitmeyen hürriyetin habire yeniden gelmesi!) hem fikrin, hem söyleyişteki inceliğin, gücün ve kıvraklığın karşısında selam duruyorsunuz. İçi tıka basa dolu olan bu söyleyişi okuyup geçmek mümkün değil, düşünmeniz, aklınızı vermeniz, dikkat etmeniz gerekiyor. Bu yüzden okuyucuyu da koşturan, pek de kolay okunmayan bir kitap. Yalnız hangi iyi kitap emek istemiyor ki? Emek verilmiş bir yazıyı okumak da emek ister bence.

Romanın bence tek aksayan tarafı, temposu. İlk 80-90 sayfa yavaş ilerliyor ve yukarıda bahsettiğim emek isteyen anlatımla birleşince yıldırıcı olabiliyor. Sıkın dişinizi. Ayrıca bu roman için Tanpınar'ın diğer romanlarının (özellikle Huzur) yanında abartılmış (over-rated) diyenler de var. Ben Tanpınar'ın diğer romanlarını okumadım ama hemen herkesin en sevdiği romanın SAE olmasını da abartılı buluyorum. Özellikle çalışma hayatına atılıp bazı şeyleri görmeden insanın kendinden bir şeyler bulacağı, ''gerçekten de yaa!'' diyeceği bir roman değil. Bu konuda bir edebiyat profesörünün bütün çocuklar sosyal medyada en sevdiğimiz kitap SAE diyorlarmış, tabi öyle derler başka kitap okumamışlar ki onu da biz zorla derste okuttu başka şeyler okusalar onu da severler mealinde bir açıklamasını duymuştum. Hocaya hak veriyorum. Gerçekten sıkı roman ama biraz sakin olalım :)

Ben Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nün okuyucu açısından gidişini bir trene benzetiyorum. Çok ağır hareketlerle başlıyor, bir süre çıkardığı sesin ve deviniminin hakkını veremeyen bir hızla gidiyor sonra rayına oturup güçlü şekilde ilerliyor. Son durağa geldiğinizde güzel bir yolculuk geçirmiş olarak, halinizden memnun ama yolculuktan yorulmuş şekilde trenden iniyorsunuz. Tavsiye ediyorum. 

11 Temmuz 2015 Cumartesi

Parfümün Dansı


Bazı romanlar var ki bir dönem bir çevrede çok püpüler oluyor, okumayanlar kınanıyor, kendilerini eksik hissediyor. Tom Robbins'in Parfümün Dansı adlı romanı da işte böyleydi. Bu romanı okuyan arkadaşlarım Robbins'in diğer kitaplarını da okumaya başlıyor, bana da sürekli bu romanı övüyordu.

Sonunda yurtdışına uzun süreli gitmeden önce yanıma Türkçe bir şeyler almak için kitapçıda dolaşırken Parfümün Dansı'nı gördüm ve bilinçaltıma yerleşmiş ''iyi kitap'', ''çok güzel'', ''orijinal'' fikirleri bana kitabı aldırdı.

Roman iki izlekten oluşuyor, birinde belki bugünden bin yıl önce ölümden kaçan, yaşamaya aşık bir çiftin, Alobar ve Kudra'nın macerasını okuyoruz. İkincisi ise günümüzde parfüm sevdalısı bir grup insanla ilgili. Bunlar birbirlerinden habersiz Kudra'nın parfümünün formülünün peşinde koşuyorlar. Kıtaları, çağları aşan bir macera başlıyor.

Roman çok yaratıcı, masalsı bir kurguya sahip. Sadece kurgusu değil anlattığı fikirler de ilginç. İnsan sırf ölmeyi unuttuğu için ölümsüz olabilir mi? Duygular ve akıl mutlaka birbiriyle çelişir mi? Tanrı Pan'ın (evet romanda o da var) gücünün azalışı, hırçınlaşıp sıradanlaşması, insanların kendi tanrılarını kendilerinin yaratıp yok etmesi, insanın doğayla ve duygularıyla olan ilişkisi ve modern çağların ruhuyla ilgili çok şey anlatıyor.

Romanın anlatımı da neşeli. Bazen yazarın yaptığı şakalar bazen kurduğu absürd sahneler insanı gülümsetiyor.  Kafa yapacak şey bulamayınca çarığı dürüp tüttürmeye başlamak komik değil mi? 

Yine de romanı beğenmedim (haydaaa). Çünkü okumaya çok konsantre olduğum, her gün mutlaka okumak için özellikle zaman ayırdığım bir dönemde bile romanı bitirmekte çok zorlandım. Çok ilginç ve hızlı başlayan roman henüz ortasına geldiğimde sıkıcılaşmıştı. Öykü akmıyor, roman beni sürüklemiyordu. Olaylar bir bekleme veya tekrar etme halindeydi. Sonuna kadar da böyle devam etti. Kitabı aynı zamanda okuduğum arkadaşım romanı bitiremedi. Bense gerçekten o dönemki müthiş okuma şevkimle bitirebildim. Final de mutlu ve etkileyicilikten uzaktı.

Şimdi bu kitabı okuyuşumun üstünden yıllar geçti ve elime alıp sayfalarını karıştırdığımda birkaç sahne dışında bende iz bırakmadığını görüyorum. Robbins kötü bir yazar mı? Asla. Parfümün Dansı kötü bir roman mı? Hayır. Bende iz bırakmayan, yükseltilen beklentilerle okunmaması gereken, çok sevenlerin bile okumaya devam etmekte zorlandığı bir roman o kadar.

16 Haziran 2015 Salı

Yeraltında Kırk Beş Sene: Bir Maden İşçisinin Anıları

Adından da anlayacağınız gibi bu kitap bir anı kitabı ama alışık olduklarınızdan değil. Bu kitapta ünlü birinin anıları veya çok mühim bir olaya dair anılar anlatılmıyor.  Bu kitap ancak kazalarla gündeme gelebilen, yüz yıldan fazladır onbinlerce insanın ekmek teknesi olmasına rağmen edebiyatımızda silik bir gölge olarak kalmış bir konuyu işliyor: maden işçileri.

Evvela kitabın yazarı önemli. Ahmet Naim 1921-1967 yılları arasında Zonguldak'ta maden ve madencilerle iç içe çalışmış bir yazar. Hem de önemli bir konuya parmak basan çoğu yazarlar gibi düşünceleri ve yazdıkları nedeniyle 3 kere tutuklanmış, yayınlanmamış tüm eserlerine 1971 sıkıyönetimi tarafından el konulmuş ve iade edilmemiş bir yazar.

Evrensel Basım Yayın'ın yaptığı baskıda iki küçük kitap yer alıyor. Yer Altında Kırk Beş Sene 1936 yılında Bartın gazetesinde tefrika edilmiş bir kitapçık. Kitap Devrek'in Çomaklar köyünden Ethem Çavuş'un 1886-1931 yılları arasındaki madencilik anılarından oluşan bir anı-röportaj.  İkinsici de Bir Yudum Soluk isimli 945 yılında Yedigün dergisinde tefrika edilmiş, Ethem Çavuş ve Ahmet Çavuş'un anılarının öykülenerek anlatıldığı bir eser. Bize yıllar öncesinden birinci ağızdan bilgi taşıyan, benzerinin olmadığını tahmin ettiğim önemli bir kitap.

Kitaptan çok etkilendim. Aslında kitabı okumaya başlamadan önce hazırlıklıydım, çok fena şeyler okumayı bekliyordum ya da ben öyle sanıyordum. Çok yanılmışım çünkü ne kadar da olsa Osmanlı Devleti'nin son döneminde bu topraklarda kölelik kurumu olduğunu öğrenmeyi beklemiyordum. Bu dönemde bölge insanları zorla Fransız sermayesinin açtığı ocaklarda, hiçbir hakka sahip olmadan, hatta yatacak bir yerleri bile olmadan, karın tokluğuna, ölümüne çalıştırılmışlar. Eskaza ellerine para geçecek olursa o da kelle vergisine gitmiş. Cumhuriyetten sonra ise bu sefer sömüren devlet olmuş, o ayrı.

Kitaptaki ilk fotoğraf; arabalar ve raylar tahta, ayaklar yalın.

Kölelik lafımı fazla bulanlar olabilir. Kölelik "kara derililere" özel, ancak şeker kamışı tarlalarında olan veya ayağa zincir vurulmadan işlemeyen bir sömürü değil. Kitapta işçilerin gazlı sulardan şişmiş tabanları kırbaçlanarak uyandırıldığı, işçiye kalacak yer verilmediği, her işçinin kalacak yerini saz ve çamurla kendisinin yaptığı, yapamayanların açıkta yattığı, ödemelerin kalay, basma gibi pazarda para etmeyen şeylerle yapıldığı, madenden kaçanların yakalanıp geri getirildiği yazıyor. Bunlar size de köleliği anımsatmıyor mu?

Kitapta anlatılanları gözünüzde canlandırmanıza yardımcı olan fotoğraflara yer verilmiş. Kitap yerel-madenci jargonu ve ağzıyla dolu. Bu kitabın bu sade ve yerel anlatımı kitabı özgünleştirmiş. Ahmet Naim'in anlatımı aynı zamanda çok etkileyici. Anlattıkları zaten çok dokunaklı şeyler ama onun şiir gibi ritmik ve süslü demeyeyim ama incelikli dili, kitabın beni daha çok etkilemesine neden oldu.

Kitapta çarpıcı bulduğum, herkese anlatmak istediğim çok şey var. Mesela para karşılığı maden bacalarında biriken grizuyu patlatıp şanslıysa kalan, çoğu zaman ölen fedailer, mesela şimdi kadınlara her türlü acizliği yakıştıranlara inat ileri yaşlarında yer altında çalışan kadınlar, mesela daha 14 yaşında göçükte kalıp havasızlıktan kazmasını ısırarak kulaklarından kan akıtarak ölen çocuklar... Ama buna ne yerim yeter ne de Ahmet Naim gibi anlatabilirim. Yeraltında Kırk Beş Sene: Bir Maden İşçisinin Anıları 119 sayfalık minicik bir kitap. En iyisi siz okuyun, okutun.

30 Mayıs 2015 Cumartesi

Baba Evi, Avare Yıllar ve Orhan Kemal Müzesi



Mehmet Raşit Öğütçü nam-ı diğer Orhan Kemal ile Nazım Hikmet'in yolu mapusta kesişmiş. Orhan Kemal şiirlerini Nazım Hikmet'e okur o da pek beğenmezmiş. Nazım Hikmet bir gün Orhan Kemal'in bir öyküsünü dinlemiş ve şiirle uğraşmamasını mutlaka öykü yazmasını tavsiye etmiş. Orhan Kemal'in şiirlerini okumadım Nazım şiir meselesinde ne kadar haklıydı bir şey diyemem ama öykü anlatma konusunda Nazım haklıymış. Orhan Kemal iyi ki yazmış. Neden bu yaşıma kadar Orhan Kemal okumamıştım, neden kimse beni bu yüzden kınamamıştı bilmiyorum.

Orhan Kemal'i seven bir arkadaşımın övgüleri kulağımın bir köşesinde kalmış; artık bir romanını okuyayım dedim. Hem edebiyatını hem de onu tanımak için otobiyokgrafik romanlarından oluşan Avare Yıllar serisinin güzel olacağını düşündüm. Yazarın çocukluk yıllarını anlatan Baba Evi ve aynı baskıda yer alan, yazarın gençlik yıllarını anlatan Avare Yıllar romanlarını okudum. Küçük Adamın Romanı serisinin üçüncü kitabı Cemile'yi hemen listeye ekledim.

Baba Evi


Baba Evi Orhan Kemal'in Adana'da geçen çocukluk ve ilk ergenlik yıllarını anlatıyor. Önemli ve sert bir babanın ve merhametli bir ananın oğlu olan Orhan Kemal çiftlik hayatının keyfini sürerek başlıyor hayata. Babasından da az çekmiyor. Babasının siyasi faaliyetleri artık Türkiye'de barınma imkanı kalmayınca aile Lübnan'a göçüyor. Böylece hasretlik, yabancılık başlıyor. Zamanla aile elindekini avucundakini tüketiyor, yavaş yavaş fakirliği de aşan bir yokluk içine düşüyor. Önemli adamın çiftliklerde yetişen bey oğlu olmaktan, lokanta komiliğine boş gezenin boş kalfalığına kadar çeşitli hallere giriyor. En çok da top peşinde koşuyor Orhan Kemal.

Avare Yıllar


Avare Yıllar Orhan Kemal'in gençlik yıllarını, kendini bulma sancısını anlatıyor. Futbol peşinde koşarken fakirlkten, çaresizlikten, itilmişlikten bunalan ve Adana'ya dönerse eski günlere de dönebileceğini, daha da önemlisi babasının baskısından kurtulabileceğini uman Orhan Kemal zar zor Adana'ya dönüyor. O zamanlar edindiği güngörmüş bir arkadaşının söylediği gibi sorun kendisinde, zora gelememesinde, sebat edememesinde ama onun bunu anlamasına çok var. Önce ırgatığı beceremeyişini, işçiliğe cesaret edemeyişini görüyoruz sonra İstanbul'da şansını deniyor ama yine tutunamıyor. Fabrikada düşük ücretli bir memurluk ve daha önemlisi aşk küçük adamın hayatında yeni bir sayfa açıyor… Sanıyorum devamı Cemile'de.

İki romanda da yazarın diline bayıldım. Son derece doğal, akıcı diyaloglar beni hüzünlendirdi, güldürdü, sanki yanımda konuşuyorlarmış, seslerini duyuyormuşum gibi oldum. Güçlü anlatımıyla Orhan Kemal Adana'nın sıcağını da, aç bir midenin kazınmasını da, bir dükkanın arka bölümünde içilen şarabın mahmurluğunu da yaşattı. Anlattıkları zaten kendi başından geçen veya tanık olduğu, insancıllığı ve gözlem gücüyle kavradığı şeyler. O yüzden romanlarda kısalığından ve sade anlatımından beklenmeyecek bir derinlik ve doku vardı.

İşte bahsettiğim palto.
Kaynak: www.orhankemal.org

Orhan Kemal Müzesi


Bunun üzerine yapılacak en güzel şey Cihangir'deki Orhan Kemal Müzesi'ne gitmekti. Taksim'den yürüyerek 10 dakikada varabileceğiniz müze aslında 2 odalı küçük bir sergi. İlk bölümde fotoğraflar, Orhan Kemal'in romanları, bazı yaşızmaları ve özel eşyaları var. Bu odada göredüğüm fotoğraflar bana bunlar nasıl ortamlar dedirtti. Bir karede Haldun Taner diğerinde Halit Kıvanç  bir başkasında Nazım Hikmet. Nazım Hikmet'in hapisten Orhan Kemal'e yazdığı mektupla Orhan Kemal'in eşine yazdığı mektubu okumak çok güzeldi. İkinci oda ise yatak ve çalışma odası olarak tanzim edilmiş, Orhan Kemal'in meşhur paltolarına, kitaplığına, daktilosuna, plaklarına ve pek çok özel eşyasına ev sahipliği yapan bir oda. Burada da Orhan Kemal neler okumuş, el yazısı nasılmış, siyah-beyaz foroğraflarda gri görünen paltosu balıksırtı desenliymiş diye diye dolaştım. Yazdıklarıyla benim için zaten bir isim değil bir insan olan Orhan Kemal'in artık kanlı canlı bir adam olduğunu söyleyebilirim.

Baba Evi ve Avare Yılları okumuş olmak müzenin benim için anlamını kat kat artırdı. Keşke Cemile'yi de okumuş olsaydım dedim. Şimdi Cemile'yi okumak daha da zevkli olacak. Eğer Orhan Kemal'i okuyup sevdiyseniz müzeyi ziyaret etmenizi tavsiye ederim. Eğer müzeyi gezmeye niyetliyseniz Orhan Kemal'in hayatını şöyle bir araştırmanızı veya Küçük Adamın Romanı serisini okumanızı daha şiddetli tavsiye ederim. Ben makinamı yanıma almayı unutmuştum ama fotoğraf çekmek serbest. Müracaat müzenin alt katında bulunan İkbal Kahvesi ve Kitabevi'ne, giriş 5 lira.

28 Nisan 2015 Salı

Kıyıya Vuran Deniz Kabukları


Kıyıya Vuran Deniz Kabukları romanın kapağıyla size huzurlu, hafif, denizli ve sakin bir his veriyor. Kitapla ne kadar ters, ne kadar uyumsuz. Bu roman bir aile ve onun başına gelen feci bir olayı anlatıyor. Denize tepeden bakan kocaman bir ev, genç bir çift, sevimli kızları… Ailenin annesi bu eve yerleşmek, kasabaya taşınıp Londra'daki hareketli hayatından kopmak hiç istemiyor ama ailenin huzuru için kabulleniyor ya da en azından kabullenmeye çalışıyor. Aileye yeni bir üyenin katılmasıyla işler yolunda gider gibi görünürken kokunç bir olay oluyor. Bu olayda ailedeki herkes biraz suçlu, biraz sorumlu. O dakikaya kadar saklana sırlar, içe atılanlar, biriktirilip söylenemeyenler bu olayla aileyi parçalıyor. Ailenin en küçük kızı büyüyüp de bir bebek beklediğini öğrenince geçmişle de yüzleşmeye başlıyor. Roman da bu olayı ve yüzleşmeyi anlatıyor.

Romanın sevgi pıtırcıklarının basit sorunları dayanışma ve sevgiyle aşma hikayesi olmaması beni ümitlendirdi. Yalnız roman çok yavaş ilerliyor. Olaylar geriye dönüşlerle anlatıldığı için de biraz böyle ama ilk 100 sayfayı okuduğunuzda hala ana mesele hakkında bir şey öğrenmemiş oluyorsunuz. Başkahramanımız Dora biriyle buluşmaya gidiyor, geri dönüşlerle buluşma sahnesine ancak 100 sayfa sonra gelebiliyoruz. Hannah Richell'in anlatımı akıcı ve sade o yüzden sayfalarca okumak kolay. Sorun 600 sayfa okumak değil. Hikaye sayfalara yayıldıkça seyreliyor. Tek bir olay ve ona bağlı birkaç ufak sürprizden ibaret romanın her detayı o kadar uzun tutulmuş ki hiçbir şeyin heyecanı kalmıyor. Zaten hiçbir şey tahmin edilemez değil. Böyle uzayınca vuruculuğu da kayboluyor.

Romanla ilgili içime sinmeyen diğer konu da romanın sonu. [spoiler]Dora öyle saçma şekilde büyük bir bedel ödemiş ki bence kimse iki göz yaşına, bir buluşmaya her şeyi sindiremez. Başta dediğim gibi  bu romanın pembe romanlardan olmaması hoşuma gitmişti ama bu da mutlu sonla bitti. Bu kadar drama kestikten sonra mutlu son nereden çıktı? Böyle bir zorunluluk mu var? [spoiler]

Her şeye rağmen insana ben olsam ne yapardım, kim suçlu, nasıl olsa farklı olurdu diye düşünüyor. Birkaç karakter güzel kurulmuş, ruhsal değişimleri izlemek zevk veriyor.

Romanın orjinal dili İngilizce. Çevirisi okuma zevkini kaçıracak kadar kötü değil fakat buram buram çeviri kokuyor. Hatta bazı yerlerde orjinal metni görmeden bile hatalı çeviri yapıldığını görüyorsunuz. Mesela to sand (zımparalamak) fiili düşünülmeden yerleri kumlamak diye, cenazeden bahsedilirken service kelimesi tören yerine servis diye çevrilmiş. Buna benzer başka örnekler de var. 

Özet geçiyorum; 600 değilde 300 sayfa olsa ve sonu farklı olsa beni etkileyen, karakterleriyle akılda kalan bir roman olabilirdi. Direkten döndü.



Not: Bu kitap Kitap Notları'nda yer alması için Orkinos Yayınları tarafından gönderildi. Yorumlarımın objektif olmasına özen gösterdim. Hem gönderi hem de anlayışları için teşekkür ederim.

19 Nisan 2015 Pazar

Masumiyet Müzesi: Roman ve Müze

Roman

Masumiyet Müzesi Orhan Pamuk Nobel Edebiyat Ödülü'nü aldıktan kısa süre sonra çıkmıştı. Her yerde Pamuk ve onun kitapları konuşuluyordu. Hiç Pamuk kitabı okumamıştım. İşsizdim. Kitapçıları gezerken gözüme takıldı, alıverdim. Bütün bunlar çok zaman önceydi.

Masumiyet Müzesi geçmiş zaman İstanbul'unu, onun orta ve üst sınıf insanlarını ve zengin oğlanla orta sınıf kısın garip aşkını anlatıyordu. Her şey güzel başladı ama kısa sürede sanki bal havuzunda yüzmeye başladım. Çiftimizin yasak aşkı çok kısa sürmüş, Kemal Basmacı'nın uzak akraba kızı Füsun Masume Keskin'e hissettiği biraz karanlık biraz naif tutku her tarafı kaplamıştı. Kemal Füsun'a ulaşamadıkça içine kapanıyor, büyük acı çekiyor, acısını Füsun ile ilgisi olan veya olabilecek her şeyi toplayarak dindirmeye çalışıyordu. Füsun'un içtiği sigaranın izmaritinden uzun süre elinde tuttuğu tuzluğa kadar her şey Kemal'in koleksiyonuna giriyordu. Pamuk bu sırada 50, 60 ve 70'lerin İstanbulu ve insanlarıyla sayfaları yıkıyordu. Yedikleri yemekteki minik bir detay o insanların batı ile doğu arasında kalmışlıklarını anlatıyor, dönemin bir adeti geçmişteki bir zorunluluğun bıraktığı alışkanlıktan besleniyor, eski insanların zamanlarını birbirine bağlıyordu.

Her dilde Masumiyet Müzesi. Türkçesi okunmaktan parçalanmıştı.

Bir süre sonra romanın ilerlemediğini, Kemal'in tutkusu ve nostalji içinde saplanıp kaldığımı hissetmeye başladım. Pamuk'un anlatımı benim için su gibi akıp giden türden değildi. Mesela Sebahattin Ali hiçbir şey anlatmasa bir ceketi, bir bulutu anlatsa, havadan sudan bahsetse nefes almadan okurum. Ama Pamuk'tan o tadı da alamıyordum. Kemal ve Füsun'la ilişksi benim anlayamadığım hadi hastalıklı demeyeyim ama çok çok sürdürülemez ve gario bir hal almıştı gözümde. Hiç adetim olmadığı halde romanın bazı sayfalarını atladım. Birkaç sayfa da değil. Bazen 3 bazen 5 sayfa atlıyordum ama hiçbir değişiklik olmuyordu. Kaç bölüm kaçırırsanız kaçırın kaldığınız yerden devam edebildiğiniz bir pembe dizi gibi…

Sıkıntımın nedenini son bölümlere doğru anladım. Pamuk sanki bir roman değil de katalog yazmıştı. Benim pek ehemmiyet vermediğim çatallar, rujlar, peçeteler, biletler, dondurma külahları sayfalarca anlatılıyordu. Bunlar Kemal'in tutku ve saplantısının nişaneleriydi belki. Belki de aynı şeylerin farklı eşyalar vesilesiyle kırk kere anlatılması durumu anlatmaya, romanda anlam ile şekli birleştirmeye, okuyucuya o ruh halini yaşatmaya yarıyordu. Yalnız bendeki etkisi dikkatimin dağılması, sıkılmam, daralmam oldu. Şiddetli şekilde Pamuk'un romanı tüm bu eşyaları tek tek anlatmak için yazdığını, lafı her bir parçaya yer vermek için gereksiz uzattığını hissediyordum. Bu romanın müzesi kurulmayacaktı; müzenin romanı yazılmıştı. Romanı beğenmedim.

Müze

Masumiyet Müzesi
Hislerimde haksız da çıkmadım. Meğer Pamuk romandan çok önceden beri eski zamanların eşyalarını topluyormuş, gerçekten de romanı yazarken aklında müze fikri de varmış, hatta aynı anda onun için de çalışıyormuş. Açıldıktan yıllar sonra bir fırsat yakalayıp Masumiyet Müzesi'ne gittim.

Müze Taksim Meydanı'na 800 metre uzaklıkta, 10 dakikada varıyorsunuz. Bu eski bina romanın esas kadını Füsun ve ailesinin yaşadığı evmiş, Kemal de ömrünün son yıllarını burada geçirmiş. Giriş bileti 15 lira. Eğer romanı satın aldıysanız son sayfasındaki davetiyeyi damgalatarak da müzeyi ücret ödemeden gezebilirsiniz. 5 liraya da sesli rehber hizmeti var. Ben aldım ve size de şiddetle tavsiye ederim. Seslendirmeyi Orhan Pamuk yapmış. Hem romandan ilgili bölümleri okuyor, hem açıklamalar yapıyor. Ona müzikler, efektler eşlik ediyor.

İkinci kat.
Müze mini estalasyonlardan oluşuyor. Camekanlarda romanda geçen bir an, bir olay, bir duygu veya bir kişi hakkında eski eşyalarla oluşturulmuş sahneler sergileniyor. Kimisi Pamuk'u tatmin etmediği veya tamamlanmadığı için açılmamış, kırmızı kadife perdelerin arkasında saklanıyor. Sayısı fazla değil. Bazı kutularda videolar ve ışıklar da eşyalara eşlik ediyor. Romanı okumadıysanız bile sahneler sizde bir duygu uyandıracağı için zevkle gezebilirsiniz diye düşünüyorum. Hele de müzedeki eşyaların hatırlayacak yaşınız varsa veya eskiye meraklıysanız nostaljiyle dolu dakikalar geçirebilirsiniz. Tüm kutuların açıklamalarını dinlemenize gerek yok, sadece ilginizi çekenleri dinleyebilirsiniz. Benim atladıklarım oldu ancak her bir kutuyu inceledim. Tüm rehberi dinleyerek müzeyi gezmenin 1 buçuk saat süreceğini düşünüyorum.

''Hayatımın en mutlu günüymüş, bilmiyordum.''
Masumiyet Müzesi'nin müzesini kesinlikle romanından daha çok beğendim. Romanı ne kadar sıkıcı hatta biraz sıradan bulduysam müze o kadar sıradışıydı. Az müze gezmedim ama hiç böylesini görmemiştim. Müze zaman teması üzerine kurulmuş. Zamanın anların toplamından oluşup oluşmadığını düşünürken giriş katının zeminindeki sipiral deseninden başlayarak her şey size bir şeyler anlatmaya çalışıyor. Her kattan görünen duvardaki koca saat, saati yanına yansıyan eski video görüntüleri, sessizlik, camekanlarda dondurulup muhafazaya alınmış anlar, onları arka arkaya incelerken akıp giden sizin zamanınız… Elbette müzeyi bir kara sevdanın öyküsü veya eski zamanların İstanbulunun müzesi olarak da gezebilirsiniz, bu da müzenin başka bir güzelliği.

Şu katta bu vardı, bu kutuda şunu çok beğendim diye anlatmayacağım. bir arkadaşıma anlatmaya çalıştım da çok manasız oluyor. Dedim ya sıradışı bir yer. En iyisi siz gidip görün. Müze hakkında detaylara http://tr.masumiyetmuzesi.org adresinden ulaşabilirsiniz.

30 Mart 2015 Pazartesi

Bir Bilet Al


Gezi kitaplarını severim, gezmeyi daha çok severim. Bu yüzden elime bir paket kitap geçince içinden önce Gizem Altın Nance'ın Bir Bilet Al adlı kitabını okumaya başladım. Bu kitap Nance'ın yirmilerinin başında yaptığı 1 aylık Avrupa gezisini anlatıyor. Seyahatini interail ile yapmış. Öyle bir tren bileti düşünün ki bir süreliğine belirli bir bölgede istediğiniz kadar trene binebiliyorsunuz. Böyle olunca da ucuza çok yer görülebiliyor, geziniz bir yol macerasına dönüşüyor. Nance bu yolculuğundan o kadar zevk almış, bunun kendisini o kadar büyütüp geliştirdiğini düşünmüş ki bunu yazayım herkes benim gibi sırt çantasını alıp kendini yollara vursun demiş.

Kitap amacını göz önünde tuttuğunuzda çok, çok başarılı. İnsanı gezmeye teşvik eden, nereden başlayacağını bilemeyenlere ip ucu veren bir tarafı var kitabın. Çok kolay okunuyor. Nance konuşur gibi yazmış, yazdıkları da yayından önce de çok cilalanmamış. Bana tarzı bazen fazla ergan işi gelse de sevdim. Ayakları şiş, yarı aç ama keyfi yerinde genç bir kadının sesini duyuyorsunuz satırlarda. Aralara serpiştirilen fotoğraflar belki Nat Geo etkileyiciliğinde değil ama kanlı canlı, hakiki fotoğraflar. Kitabı zenginleştiriyor. Keşke bir de yazarın yaptığı rotayı harita üzerinde gösteren bir görsel olaymış.

Bu kitabın ilk kısmıydı. İkinci kısım "Rehber" adını taşıyor. İnterail'den konaklamaya, vizeden yanınıza almanız gereken şeylere kadar pek çok konuda bildiklerini ve tecrübelerini aktarıyor. Bence bu bölüme rehber demek iddialı olur. Bu kısım daha çok "Sık Sorulan Sorular" bölümü gibi. İlk anda merakınızı giderecek ve işe nereden başlamanız gerektiğini gösterecek bir başlangıç burası.

Başta bu kitaba bir gezi kitabı dedim ama anı kitabı desem daha iyi. Çünkü yazar gidip gördüğü yerlerden çok başından geçenleri, duygularını, düşüncelerini aktarıyor. Gezdiği şehirlerle ilgili bilgi çok sınırlı. Anlatım son derece öznel, sistemli de değil. Aynen yazıldığı gibi bir günlük kadar sistemli ancak.

Yeni fotoğraf makinamla hiç anlaşamıyoruz.
Ben kitapta bahsedilen şehirlerin (Paris, Nice, Sevilla, Barselona, Madrid, San Sebastian, Roma, Floransa, Milano, Venedik...) hemen hepsine gittim. Kimine yazarın yaptığı gibi bir sırt çantasıyla, az parayla, elimde sandviç, hostellerde kalarak, her yere yürüyerek... Kimine cebimde bol parayla, lüks restoranlarda yemek yiyerek, hatta kilo alarak, müzeleri boş verip mağazaları dolaşarak... Yazarın bazı yorumlarına katılıyorum bazılarına katılmıyorum. Mesela bence Venedik'in huzurla ilgisi yok. Çok ilginç, manzara olarak çok güzel ama sırf turistler için yaşayan, turistlerle dolu, hatta tıklım tıkış bir yer. 

Diğer bir konu da bence az parayla gezmek romantize edilecek bir şey değil. Azim takdir edilebilir, zorluklarına değer denebilir, bu açıdan övülebilir ama param varsa da otelde kalırım arkadaşım. Sırf başka turistlerle kaynaşacağım diye 10 kişinin yattığı  yere 11. olmam. Belki o yatakhanelerden hevesimi aldığım içindir, belki de yabancılara doyduğum içindir. Yemekleri ekmek arası geçiştirerek bir gün fazla kalabilirsiniz ama bir gün az kalıp ödüllü bir bistroda dört başı mağmur yöresel yemeğe parayı bayılırsanız o ülkeyle ve kültürüyle ilgili de çok şey öğrenebilirsiniz. Evet her güzel şey parayla değil ama üzücü olsa da bazı güzel şeyler ancak parayla.

Neyse artık ne istediğiniz size kalmış, kesin olan şey gezmek güzel şey. Yola çıkmadan şunlara da göz atabilirsiniz:

Shakespeare and Company


Not: Bu kitap Esen Kitap tarafından gönderildi. Yorumlarımın objektif olmasına özen gösterdim. Hem gönderi hem de anlayışları için teşekkür ederim.

19 Mart 2015 Perşembe

Anansi Çocukları


Bir aydır Kitap Notları'nda hiç yeni yazı yok. Neden? Neil Gaiman'ın Anansi Çocukları adlı romanı yüzünden! Bir aydan biraz fazla oldu, bu kitap elimde. Okuyorum, okuyorum bitmiyor. Dişe yapışan tofita şeker gibi. Ağzıma başka bir şey de atamıyorum. Yazamıyorum. Başka kitaplara geçemiyorum...

Neil Gaiman çok sevilen bir yazar. Kitapları okuyuculardan hep çok yüksek puanlar alıyor. Haliyle ben de merak ettim ve bir gün yine kitapçı gezerken Anansi Çocukları'nı indirimde görüp aldım. Kitap fantazi türünde. Fantazi özellikle okuduğum, sevdiğim bir tür değil ama bazı okuyucular gibi kategorik olarak karşı da değilim. En sevdiğim yazarlardan biri Ursula Le Guin mesela. 

Plot şöyle: Charles Nancy, nam-ı diğer Şişko Charlie, evlenmek üzere. Nişanlısı Charlie'nin babasının düğüne gelmesini çok istiyor ama Charlie babasına küs. Babası hayatı boyunca onu utandırmış, hiçbir zaman yanında olmamış. Karakteri de babasının tam tersi. Isararlara dayanamayarak babasını arıyor ama babasının öldüğünü öğreniyor. Cenazeye gidiyor, orada bir kardeşi olduğunu öğreniyor. Hiç inanmasa da bir gün bir örümceğe fısıldayarak kardeşine haber gönderiyor. Charlie'nin Örümcek adındaki bitirim kardeşi geliyor ve Charlie'nin başına gelmedik iş kalmıyor. Çünkü Charlie'nin kardeşi örümcek tanrı olduğu gibi babası da bir tanrıymış ve anlaşılan bu kanı taşıyanların normal bir hayatı olması mümkün değil.

Önce kitapla ilgili sevdiğim şeyleri söyleyeyim. İthaki sevdiğim bir yayıncı. Kitaplarının bir kalitesi var, baskılar, çeviriler hep özenli. Bu kitap da çok güzel çevrilmiş. Okurken çeviri bir kitap okuduğunuzu unutuyorsunuz. Güzel dipnotlardan emek verildiği anlaşılıyor. Baskıyı da beğendim. Kitaba yakışan bir kapak, yazım hatası olmayan temiz bir baskı. Daha ne yapsınlar?

Romanın en beğendiğim tarafı yazarın afacan anlatımı oldu. Roman boyunca kitabın gerçek üstülüğüne yakışan, en vahim olayları bile mizahi bir dille anlatan hoş bir üslup vardı. Betimlemeler sıkmayacak kadar kısa ama masalsı bir dünyayı hayalinizde canlandıracak kadar güçlü.

Peki ben bu kitabı neden 1 ayda bitiremedim? Çünkü hikayesinden sıkıldım. Beni sürüklemedi, meraklandırmadı, yeterince eğlendiremedi. Gerçeklikle hiçbir ilgilisi olmayan bir sürü şey oluyordu ama olaylar dünyamızda geçiyordu. Bu beni iki ara bir derede bıraktı. Bizim dünyamızda gerçek olması olası gerçek üstü şeyler mi oluyor? Yoksa burası bambaşka bir yer mi?

Anladım ki geçrek üstü unsurlar bir amaca hizmet etmiyorsa ben sıkılıyorum, her şey bana boş gelmeye başlıyor. Çok masalsı bir roman bana yepyeni bir dünya kurduğunu, aklımın hayalimin ötesinde maceralar yaşatacağını vaat edebilir. Hayatımın absürdlüğünü, çarpıklığını, kanıksadığımız garipliklerini yüzüme vurmak için onları eğip büyük gerçek üstü şekillerle bana sunabilir. Distopya veya ütopya kurup beni sosyal mesaj ve zihin egzersizi içinde bırakabilir. Hepsi kabulüm. Ama bu romanın ve fantastikliğinin amacı neydi? Anladım ki ben masallardan hoşlanmıyorum. Benim hoşuma gitmesi için fantazinin fantazi için değil bir şeyleri daha iyi anlatmak için yapılmış olması lazım. Yoksa bana hoş ama boş bir masal gibi geliyor.

Benim için zor geçen bir ayın ardından Anansi Çocukları'na karşı çok doluyum. Tavsiye etmiyorum demek istiyorum ama böyle dersem şu anki heyecanımla aşırıya kaçmış olabilirim. Benzer türde romanlardan hoşlanıyorsanız durmayın okuyun. Yok "fantazi ama neden" diye soran biriyseniz veya bu türe uzaksanız sizi Saramago, Le Guin, Tolkien kitaplarına doğru alalım.

16 Şubat 2015 Pazartesi

Kadının Adı Yok

Kapaklar değişiyor ama kitaptakiler değişmiyor.

Özgecan Aslan'ın vahşice öldürülmesinden önce, #sendeanlat kampanyasından çok önce bir roman okumuş ve bir türlü istediğim gibi bir yazı yazamamıştım. Yazdıklarım ya çok uzun sürüyordu ya da anlatmak istediklerim içimde kalıyordu. Olanlardan sonra yazdığım kadarıyla yayınlıyorum. Çünkü asla sözle anlatamayacağım şeyler olduğunu kabul ettim. Buyrun:

Bu sözü kaç kere duydunuz? Bir kadına şiddet haberi, bir namus cinayeti vakası… Hemen manşetler; ''Kadının Hala Adı Yok'', ''Kadının yine adı yok''… Duydu Asena'nın 'olay romanı' Kadının Adı Yok'un ne kadar meşhur ve ne kadar az anlaşılmış bir kitap olduğunu gösterecek onlarca örnekten biri bu. Çünkü Kadının Adı Yok'ta gerçekten baş kahramanın adı yok. O Ayşe, Fatma, Melis, Burcu… Bir kadın işte.

Duygu Asena romanında şehirli, orta sınıf bir ailenin büyük kızının çocukluğundan orta yaşın sonuna kadar geçirdiği değşimi, kendini tanıma ve gerçekleştirme macerasını, toplumla mücadelesini anlatıyor. Annesi ve kız kardeşi başta olmak üzere diğer kadınların da hikayelerini de zaman zaman okuyucuya aktarıyor. Birinci tekil kişili ve şimdiki zamanlı anlatımda bilinçakışı tekniği hakim. Bu başta alışılmışın dışında olsa da bence adapte olmak zor değil. Anlatım son derece akıcı. Yalnız anlatım için güçlü veya yetkin diyemeyeceğim. Bazı duyguları çok güzel aktarsa da az sayıda olmayan anlatım bozuklukları veya yanlış kullanımlar göz ardı edilemeyecek cinsten.

Şimdi bu edebiyat dersi kısmına geçip işin heyecanlı yerine gelelim. Kadının Adı Yok 1982 yılında ahlak bozucu bulunup yasaklandığına göre acayip erotik bir kitap mı? Ne gibi terbiyesizlikler var içinde? Sayfalarından erkek düşmanlığı mı akıyor? Kadınlara erkeksiz yaşamanın sırlarını mı veriyor? Yoksa yüce ahlaki değerlerimizi ayaklar altına mı alıyor? Erkeklerin bu kitabı okumasına gerek var mı? Okusa anlar mı?

Bir kere bu kitapta cinsellik var, başkahramanın tek derdi cinsellik, o erkekten o erkeğe ne biçim iş diyenler televizyon dizisi izlemiyorlar herhalde. Kitapta detaylı anlatılmış sevişme sahnesi, çıplaklık, hiçbir şey yok. Bence zamanında müstehcenlik kitabı yasaklamak için bir bahane olarak kullanılmış. O gün ve halen kitabın cinselliği ele alışından rahatsız olanlarsa aslında bir kadının cinsellik konuşmasından rahatsız oluyorlar. Sanmıyorum ki bir erkek romancı bir erkek kahramanın ağzından bir kadını çok çekici bulduğunu, kadının bazı hareketleri yüzünden doyuma ulaşamadığını veya arzu duymadan sevişmenin bir çeşit aldatma olduğunu söyleseydi müstehcenlikle suçlansın. Bir kadının erkeklerin erkekliğine toz konduracak şekilde cinsel isteklerinden (fantazilerini kastetmiyorum), ihtiyaçlarından, tecrübelerinden (yine detaylardan bahsetmiyorum) veya düşüncelerinden bahsetmesi belli ki o zaman da rahatsızlık yaratmış, şimdi de yaratıyor.

İkincisi kitap erkek düşmanlığı pazarlamıyor. Romandaki bütün erkekler canavar değil. Başkahramanımız mutluluğu erkeksiz bir hayatta bulmuyor. Kadınların mutsuzluğunun tek müsebbibi de erkekler değil. Aksine çevresindeki mutsuz kadınları kolaya kaçmakla suçladığı oluyor. Bu düzende erkeklerin de yalnız ve doyumsuz olduğunu söylüyor. Başkahraman eşit ve sevgi dolu bir eşe büyük hasret duyuyor, hatta onu tamamlayan bir eş olmadan tamamen mutlu olamayacağını, özgürlüğün bedelinin asla yalnızlık olmaması gerektiğini söylüyor. Eğer kadının bir erkekle kendisi arasında bir seçim yapması gerektiğinde kendisini, özgürlüğünü seçip o erkekten ve toplumun başarı/mutluluk normu olarak sunduğu şeylerden vazgeçebilmesi erkek düşmanlığıysa evet, biraz öyle.

Bu roman sanıyorum meseleyi bir kadın meselesi olarak görmek ve tek taraflı değerlendirmekle eleştirilmiş. Kadına eziyet edip onu maldan da aşağı görmenin erkeklerin değil tüm toplumun ürettiği bir sapkınlık olduğunu kabul ediyorum. Diğer yandan romanda anlatılan taciz, istismar, eziyet vakaları hiç abartılı değil hatta az bile. Bunlar o zaman da gerçekti şimdi de gerçek. Bu vehametin yaşandığı ortamda bu romanı yazacak cesareti bulmuş birine bir de çok yönlü bak demek biraz ekmek bulamazken pasta istemeye benzemiyor mu? Belki de bu cesaretten ötürü biraz torpili hak ediyordur bu roman. Daha iyi olabilirdi ama bence bu da iyi.

Kadının Adı Yok'u en çok erkekler okumalı bence. Ergenlik döneminde nasıl "erkek" olunacağını çözmeye çalışan zavallı küçük erkekler okumalı. Annelerinin, kız kardeşlerinin, sıra arkadaşlarının, müstakbel sevgililerinin nasıl bir cehennemde yaşadığını görmeli. Bir aynada kendine bakmalı, ben de o adamlardan mı olacağım, yoksa başka davranmaya en azından gayret mi edeceğim diye sormalı. Belki kadınların bazı şeyleri neden öyle yaptığını daha iyi anlar. Belki o da daha mutlu, doyumlu bir erkek olur.

Korkmayın okuyun, erkekseniz kesin okuyun.


11 Şubat 2015 Çarşamba

Evin Hanımı

Evin Hanımı İrlandalı yazar Alice Taylor'ın kaleminden çıkmış bir kasaba-aile öyküsü. İrlandalı kadın yazar diyince aklıma Meave Binchy ve Colotte Caddle kitapları ile ''sıcak'', ''aile'', ''sevginin gücü'', ''mücadele'', ''hayatın zorlukları'', ''güçlü kadın kahramanlar'' gibi kelimeler canlanıyor. Taylor da bu çigzinin dışında kalmayan bir roman yazmış.

Romanımız üç koldan yürüyor: evin babası ölünce aksi gelin tarafından satılmaya karar verilen aile çiftliğinin kaderi, kasabaya açılması planlanan ama kasabanın papazının karşı çıktığı okul ve çiftliği satılmak üzere olan aileye düşman olan Conway'lerin Kitty'nin başındaki bela. Romanın başında hikayeyi Mossgrove'un teyzesi Kate'in gözünden mi yoksa evin minik kızı Nora'nın gözünden mi izleyeceğimizi şaşırıyoruz bu kısmı atlattıktan sonra roman akıcı ve kolay diliyle sizi sürüklüyor. Bir oturuşta onlarca sayfa okumanız işten değil.

Taylor çok basit ve pastoral bir hayatı tadını çıkara çıkara anlatıyor. Kendisi de kasaba hayatının parçası olduğundan belki de kasabayı ve doğayı bir şehirlinin romantizmiyle değil de özgün bir zevkle aktarıyor. Sanırım romanın en sevdiğim taraf doğa tasfirleri ve köy hayatının detayları oldu.

Romanın sevdiğim bir başka özelliği de karakterler oldu. Kimisi anlamsızca iyi, kimisi anlamsızca kötü olsa da Peter ve Nora kardeşler ile birkaç karakterin daha gelişimini beğendim. Yazarın karakter yaratmada fena olmadığını düşünüyorum.

Romanla ilgili hayal kırıklığım ise bahsettiğim üç kolun birbirinden bağımsız şekilde sonuca bağlanması oldu. Ben bir şekilde üç izleğin birbirine bağlanacağını, Kitty'nin Conway'lerin çiftliği satın alma planlarını değiştireceğini, çiftliğin okul binası olarak kullanılacağını ya da çok daha kıvrak bir sona varacağımızı sanmıştım. Bu haliyle romanın kurgusunu fazla basit hatta biraz acemice buldum. Sanki her şey gerçekte olmayacak şekilde kolayca ve rastlantısal şekilde çözülüverdi.

Kitapla ilgili bir başka eleştirim de kitap kapağı ve baskısıyla ilgili. Kapak ne kadar albenili olsa da romanla çok ilgisiz. Evin Hanımı hizmetçilerle dolu bir köşkte zarif bir hanımı çağrıştırıyor olsa da bu romandaki ev battaniyelerin pire tozuyla temizlendiği bir ev, hanım da sabahları inek sağıyor. Yani bu incili, güllü kapak sanıyorum roman okunmadan hazırlanmış. İmla ve baskı hataları da görmezden gelinemeyecek kadar fazlaydı. Okuma keyfini bozdu.

Eğer Binchy veya Caddle kitaplarından hoşlanıyorsanız bu kitaptan da hoşlanabilirsiniz. Kafanızı yormayacak pembe bir kitap arıyorsanız ama çok da aklı bir karış havada olmasın, ayakları biraz yere bassın istiyorsanız da bu kitabı okuyabilirsiniz. Hoş vakit geçirtecek bir kitap ama okumazsanız da çok şey kaybetmezsiniz.



Not: Bu kitap Kitap Notları'nda yer alması için Orkinos Yayınları tarafından gönderildi. Yorumlarımın objektif olmasına özen gösterdim. Hem gönderi hem de anlayışları için teşekkür ederim.

9 Şubat 2015 Pazartesi

İçimden Geldi


Kim Enver Aysever'in son romanı Bu Roman O kız Okusun Diye Yazıldı'yı okumak ister? Hem de imzalı bir baskıdan? Ben istedim ve siz de istersiniz diye düşünerek size de bir tane aldım. İsteyenlerin birden fazla olacağını düşünerek iki hafta sonra 24 Şubat günü yapacağım çekilişin talihlisine kitabı hediye edeceğim. 

Çekilişe katılmak için Enver Aysever'in en sevdiğiniz romanını veya romanları hakkında ne düşündüğünüzü, Aykırı Kumpanya'yı izleyip izlemediğinizi, Aykırı Sorular'ı takip edip etmediğinizi,  en sevdiğiniz Aykırı Sorular bölümünü veya herhangi bir yorumunuzu e-posta adresinizle birlikte yorum olarak bırakmanız yeterli. Mesela ben Aykırı Soruları izlerdim ama hiç romanını okumamıştım. Aykırı Kumpanya o kadar yazarlarla ve edebiyatla doluydu ki son romanını da okumak istedim.

Kitap Notları'nı Google Friend Connect üzerinden takip etmeniz veya sağ üst köşede gördüğünüz ''Beni yorma, e-posta gönder'' kutucuğundan e-posta listesine dahil olmanız şart yoksa mükerrer katılımı engelleyemem.

Yorumlarınızı bekliyorum, kazananı 25 Şubat günü bu yazının altında açıklayacağım!

*Eğer Kitap Notları'nı e-posta yoluyla takip ediyorsanız ''anonim'' seçeneğiyle e-posta adresinizi belirterek yorum bırakabilirsiniz.

**E-postanızı sağ üst köşede ''Beni yorma e-posta gönder'' yazan kutucuğa yazıp posta kutunuza gelecek olan aktivasyon linkine tıklayarak e-posta yoluyla Kitap Notları'nı takip edebilirsiniz.




KAZANAN comert44@gmail.com oldu. Ona hemen e-posta atıyorum. Katılanlara da teşekkür ediyorum!

12 Ocak 2015 Pazartesi

LGBTİ Edebiyatta

Edebiyatımızda az gördüğümüz şeyler var; mesela İstanbul dışındaki şehirler, distopik öğeler, eşcinseller, travestiler... Ayşe Kulin'in yazdığı bir seri roman ile LGBTİ kendine popüler edebiyatta yer bulmuş olsa da böyle şeyler sık olmuyor. Durum bu olunca yakın zamanda kahramanı LGBTİ bireyler olan iki roman okumam yetmiyormuş gibi ikisinin de cinai romanlar olması ilginç bir tesadüf oldu. Ben de yazayım dedim.

Çocuklar ve Canavarları - Ahmet Tulgar


Çocuklar ve Canavarları bir mafya babasını vahşice öldüren yazar Sarp Kaya'nın teslim olmasıya başlıyor. Onu sorgulayan isimsiz komiser kısa sürede cinayeti çözmekten çok Sarp Kaya'nın kendisiyle, onun anlattıklarıyla ve kendisiyle ilgilenmeye başlıyor. Roman boyunca hem Sarp Kaya'nın hem de komiserin hikayesini okuyoruz. Bu roman hakkında Mor Kitaplık'ta bir yazı yazmıştım, dilerseniz detayları oradan okuyun. Ben şimdi kitaptaki eşcinsel unsurdan bahsetmek istiyorum.

Eşcinsellik romanın tam orta yerinde değil ama roman için önemli. Aile, sevgi, anne-baba gibi kavramları sorgulayan bir roman bu. En yoğun eleştirisini de topluma yöneltiyor. Onun kısır değerlerinden, yok eden baskısından, ailelerin yarattığı travmalardan bahsederken eşcinselliğe yer vermek kaçınılmazdı herhalde. Onlara yaşatılanlar çok şeyi tetikliyor romanda.

Yazının başında eşcinsellere ve diğer cinsel kimliklere edebiyatta ne kadar az yer verildiğini söylemiştim. Bu romanı okurken bu durum yüzünden gafil avlandım ve kendimden utandım. Sarp Kaya'nın sevgilisi olacak erkeğe markette rastladığı sahneleri okurken başta kesinlikle anlamadım. Şort, terlik dedikçe aklımda mini şortlu ve parmak arası terlikli bir kadın canlandırdım ama başka detaylar hiç o kadına uymadı. Diğer insanın da bir erkek olduğunu anlayınca yazar o mumları başkası için alıyor, hazırlığı bu sahnede olmayan bir kadın için yapıyor diye kendimi ikna ettim. Heteroseksüellikle şartlanmış beynim bir erkeğin başka bir erkeği beğenebileceğini almadı!

Romanın sevdiğim bir özelliği eşcinselliğin kendine diğer her şey gibi doğal ve sıradan yer bulması oldu. Ne kınan, ne küçük görülen, ne de acınan bir şeydi. Büyük olay hiç değildi.

Huzur Cinayetleri - Mehmet Murat Somer


Bir travesti; başarılı, güzel, güçlü… Bir televizyon programına çıkıyor ve programı izleyen biri ona kafayı takıyor. Onun gibi etrafa huzursuzluk veren pisliklerin huzurunu bozarak ders vermeye niyetli. Ya kahramanımız bu katili bulacak ya da tek tek etrafındakiler canından olacak.

Bu korkunç hikayesine rağmen roman esprili, hafif, rahat bir atmosfere sahip. Çok fazla zorlukla mücadele edip çok acı çeken insanlarda dirençten gelen bir neşe vardır ya, sanki bu roman da öyle. Hayati tehlikeyle yaşayan, basit şeyler için herkesten çok mücadele etmesi gereken LGBTİ insanların neşesine benzer bir şey sanki.

Somer'in LGBTİ dünyasının neresini ne doğrulukta aktardığını bilemiyorum. Romanda klişeleri besleyecek şeyler var; travestilerin ''ayol, nonoşum'' gibi kelimelerle konuşması gibi. Ancak açık bir zihnin bu romanı okuduktan sonra travestileri ve diğer kimlikleri ''daha normal'' görebileceğini düşünüyorum. Çünkü romandaki travestiler ve transeksüeller sapık değil, saldırgan değil, hatta gündüz vakti sokakta simli makyaj ve fosforlu mini etekle dolan insanlar bile değil. Aksine neşeli tipler, aralarında iyiler de var kötüler de. Hepsi bir hayatta kalma mücadelesi içinde. Onlarla dostluk eden, çalışan, onlara güvenen kısaca kalıcı ve normal ilişkiler kuran ''normal'' insanlar da var.

Bu roman hakkında detaylı atıp tutmadım ama özetle eğlenceli bir kitap. Size kurguda yaratıcılık veya dil kullanımında yetkinlik sunmaz belki ama hoş zaman geçirtir.


LGBTİ temasının geçtiği diğer bazı romanlar için şu listeye bakabilirsiniz. Listede Selim İleri'nin Her Gece Bodrum'unu gördüğüme şaşırdım çünkü bu romanı okudum hatta burada hakkında atıp tuttum ama bu yönünü hiç fark etmemişim. Listedeki İki Genç Kızın Romanı (Perihan Mağden) ve Üç Aynalı Kırk Oda (Murathan Mungan) da kitaplığımda okunmayı bekleyenlerdendi. Artık okudukça onlar hakkında bilahare yazarım.

4 Ocak 2015 Pazar

Sevmenin Zamanı



Sevmenin Zamanı 40'ların İstanbul'unda tıp öğrencisi olan Frida ve İsmail'in aşkını ve II. Dünya Savaşı sırasında başa gelenleri anlatan bir roman. Hikayemiz iki gencin tanışmasıyla başlıyor, ilişkileri gelişip çeşitli zorluklara katlanırken biz fonda Yahudi düşmanlığı, yokluk, savaş ve gerilim dolu bir siyasi ortamı izliyoruz.


Liz Behmoaras kahramanlarının dilinden kıyafetlerine, gazete manşetlerinden günlük hayatına, şehrin sokaklarından yiyeceklere kadar birçok detayla 70 yıl öncesini canlandırıyor. Yazar tüm dünyada faşizmin güçlendiği bir dönemde Türkiye'nin bağışık olmadığını, Yahudiler başta olmak üzere gayrimüslimlerin neler yaşadığını en duymak istemeyenlerin bile dinleyebileceği yumuşaklıkla hatta biraz da aşkın gölgesinde bırakarak anlatıyor. Çoğu manipülatif olsa da tarih kitabı çok ancak yakın tarihe ait romanlar pek az. Sevmenin Zamanı'nın o az sayıdaki dönem romanlarının güzel bir örneği olduğunu düşünüyorum. Behmoaras'ın hem dönemin İstanbul'u, siyaseti ve toplumu hakkında hem de tıp ve eğitimi hakkında çok araştırma yaptığı da belli. Çok danışmış, çok öğrenmiş, takdir ettim. 


Diğer taraftan roman adıyla kahramanlarıyla buram buram bir aşk romanı gibi de kokuyor. Keşke böyle olmasaydı. Keşke roman Frida ile İsmail'in tutuk aşkı yerine Şulman ailesinin başından geçenleri anlatan bir tarihi roman olsaydı. Zira ben Frida ile İsmail'in aşkını ne anladım ne de o aşka inandım. Bu iki genç birbirinden ne buldu? Tabi ki "nedensiz de sevilir" diyebilirsiniz ama bir okuyucu olarak da beni böyle bir aşkın olduğuna inandırmanız gerekir. Çünkü çiftimiz arasında tutku yok, buluşunca siyasetten, kariyer planlarından bahseden iki genç var. Hele İsmail'in soğuk, kaba, bencil halleri yok mu? Böyle mi olur aşık adam? Galiba beni İsmail soğuttu bu aşktan. Yazar ne kadar İsmail'i şefkatli, idealist, güzenilir gibi gösterse de ben hiç öyle düşünmedim. Frida'nın kimliği yüzünden çektiği sıkıntıları önemsemeden söylediği densiz şeyler, hep kendini önde tutarak planlar yapması… Hepsini geçtim ne kadar idealist ve mükemmeliyetçi olursa olsun mesai arkadaşına kızınca kaltak diye bağırmasını sevemem. Yazarın aptal aşık gibi bunları sevimli gösterme çabası da üstüne tüy dikti.

Kitapla ilgili ikinci eleştirim de tıp eğitimi ve pratiği hakkında verilen detayın bolluğu. İki kahraman da tıp öğrencisi olunca dersler, hocalar, hastalıklar, hastaneler gibi şeyler hakkında bilgi verilmesi normal. Yalnız bu detaylar sayfalar tutup romanın ana konusundan sapıp bir nevi ders notuna döşünce işin tadı kaçıyor. Gerçekten anatomi dersindeki bir kesi işleminin nasıl ve ne için yapıldığını, kahramanımızın günlük hayatını anlatmak için konu edinilmiş bir muayenede şüphelenilen hastalığın belirtilerini ve tedavi seçeneklerini ve buna benzer bir sürü şeyi bilmemize gerek var mıydı? Yazarın bu tercihini  konuyu özümseyememiş ama ezberlemiş çalışkan bir öğrenci gibi sınavda sayfalarca yazmasına benzettim. Kimisi bu detayları sevebilir ama benim okuma tempomu düşüren bir unsurdu.

[spoiler] Bir de şunu söylemeden geçemeyeceğim; romanın sonuna doğru gelişen kürtaj olayının kurgudaki rolü veya kurguya katkısı neydi? O bölümü çıkarsak hiçbir şey değişmezdi gibi geliyor bana. [spoiler]

Yine sevdiğim taraflarını az, beğenmediğim taraflarını çok anlattım. Siz bana bakmayın, aşk romanı değil de dönem romanı olarak gayet güzel bir eser.