21 Ekim 2012 Pazar

Sabahattin Ali ve Ben

Sabahattin Ali'nin adını duymuş ancak gurbet elde okuyacak başka Türkçe kitap bulamayıncaya kadar okumayı düşünmemiştim. O zaman İçimizdeki Şeytan'ı okudum. Kitaptan çok okurkenki kendi halimi hatırlıyorum şimdi. Duvardan duvara lacivert halı altındaki döşemelerin gıcırdadığı, metal çerçevesi yer yer paslanmış Viktorya tipi camlarını rüzgarda sallanan çamın dallarının çizdiği bir oda, rüzgarın uğultusu ve dalların kıpırdayan gölgeleriyle gelen ürperti, yüksek tavanda ince çatlaklar, odaya bir hastane veya laboratuvar havası veren çift musluklu eski lavabo... Yeni yerime alışmaya çalışırken büyük odanın içinde kendimi pek yalnız hissederdim bazen. Gündüz neyse de gece sessiz, boşlukta yapacak iyi bir şeylere her zamankinden çok ihtiyacım olurdu. Dünyanın en mühim işine sonunda sıra gelmiş gibi alırdım elime kitabı. 

Neden bilmiyorum kitaptan geriye hemen hiçbir şey kalmadı zihnimde. Sadece bir adamın masum bir kızcağızın kalbini habire kırdığını, yaptığı her hoyratlığa ben değil içimden çıkan bir canavar yaptı bunu diye bahane bulduğunu, belki de ıssızlığım ve ciddiyetimle bunu çok saçma bulup hem adama hem de bunu yazana kızıp durduğumu hatırlıyorum. Kitap beklediğim gibi sosyal-siyasal bir takıp derin mesajlar vermediği için de hayal kırıklığına uğramıştım. Yalnız her gece bazı yerlerini tekrar ederek saatlerce okumamda Sabahattin Ali'nin dilinin, anlatımının neredeyse elle tutulacak lezzetinin etkisi büyüktü sanıyorum. Hem su gibi okunan hem de şarap gibi tesir eden bir şeydi. Tam olarak neyinden nasıl etkilendiğimi bilmeden onun sahillerine çekiliyordum. Duyguları mı iyi tasvir ediyordu, cümlelerinde gizli bir ritim, bir ahenk mi vardı, zor şeyleri kolaycacık mı ifade ediyordu? Şimdi düşündüğümde anlıyorum belki de anlatım gücü yüzünden yerdiği acizliği, basiretsizliği o kadar içimde hissetmiştim ki romanın kahramanlarından da, romandan da, yazarından da soğumuştum. 

Bu senenin başına kadar da itiraf ediyorum Kürk Mantolu Madonna'yı okumamıştım. Yakın arkadaşlarımın kınamaları ve şiddetli tavsiyeleri sonucunda okudum. Okurken Sabahattin Ali'nin kesinlikle anlattığı sokaklarda yürüdüğünü, bir Maria Puder olmasa da oralarda bir kadınla yakınlaştığını, mutlaka romanın kahramanı kadar çok okuyup onun gibi küçük bir odada Almanca çalıştığını düşündüm. Böyle düşündükçe de yukarıda anlattığım hallerimi düşündüm, keşke bunu o zaman okusaydım dedim. 

Romanda beni kurgudan çok Ali'nin başka yazarların sayfalarca yazıp sinekten yağ çıkaracağı, heyecanı güya doruğa çıkarmak için uzattıkça uzatacağı okuyucunun da içi şişerek ve merakına yenilerek okuyacağı yerleri çarçabuk geçip hep işin özünü tam kıvamında anlatması oldu. Üslubunu (yine) o kadar beğendim ki bazen cümleleri dışımdan okuyup bu kelime buraya ne güzel olmuş, bak nasıl benzetme yapmış da cuk oturtmuş, tekerleme gibi kulağa ne hoş geliyor diye diye olaylardan koptum. 

Bugün Sabah Yıldızı belgeselini izleyince anladım ki Kürk Mantolu Madonna'yı okurken yalnış hissetmemişim. Gerçekten de batı memleketinin temiz ama cansız sokaklarını dolaşmış ve küçük odasını kitaplarla doldurmuş. Tabi keşke benim için belgeseldeki en çarpıcı şey Sabahattin Ali'nin çektiği sıla hasreti olsaydı. Defalarca hapse atılıp hakarete uğraması yetmezmiş gibi işkencede öldürülmesi, bir mezarı bırakın o yuvarlak gözlüklerinin bile bulunmaması... 

Belgesel yoğun araştırma eseri ve amatör bir yapım görüntüsü verdi. Yer yer arka plan sesleri çok rahatsız etti, bir anlatıcı olmadan söyleşilerin kolajından hikayeyi takip etmek her zaman kolay değildi. Sanki bazı yerlerde boşluklar da vardı. (Neden komşuları Ali'ye Sabah Yıldızı diyordu?) 

Yine de izlediğime çok memnunum. Belgeselin en güzel yerleri Sabahattin Ali'nin kaleminden çıkanlardı. Bazen roman ve öykülerinden alınan bölümler bilmeyenlerin gerçek mi kurmaca mı anlayamayacağı şekilde kullanılmıştı ama yazdıklarıyla yaşadıklarının paralelliğini göstermesi açısından çok güzeldi. Bir de fotoğrafları harikaydı. Keşke daha çoğu kullanılsaydı. Ayrıca bir takım uzmanların, profların, bilirkişilerin değil de onu gerçekten bilenlerin ve ''sıradan'' insanların Sabahattin Ali'yi anlatmasına bayıldım.



Bütün bunları neden yazdım? Çünkü bugün belgeseli izleyince romanlarına hiç de çarpılmama rağmen yazarla farkında olmadığım bir bağ kurduğumu anladım. Kendime yazdığım notlara onu da eklemek istedim. Bir de Sabahattin Ali'yi siz de okuduysanız ve Sabah Yıldızı'nı izlemediyseniz izleyin demek için. Evet hepsi bu kadar.

4 Ekim 2012 Perşembe

Bizim Büyük Çaresizliğimiz


Bu kitap o kadar çok okundu, yazıldı ki... Hani o kadar behsedilince bir beklenti yarattı dememi bekliyorsanız şöyle söyleyeyim; beklenti için de biraz bilinmezlik olması gerekiyormuş. Kitabı okumadan kitap hakkında öyle çok okudum ki artık beklentim de kalmamıştı.


Peki bu kadar çok ele alınmış bir kitap hakkında ben ne söyleyebilirim? Bir günde okuyabileceğiniz bir kitap olduğunu mu? (Ben bir haftada okudum ama bu benim yoğunluğumdan oldu - ahh bunu bile bir yerlerde okumuştum!) İki orta yaşlı adamın genç bir kızla evlerini paylaştıklarını ve ona aşık olduklarını mı? Ben en iyisi okurken aklımdan geçenleri yazayım.

  • Bu adamlar Nihal'e neden aşık oldular? Genç ve güzel olduğu için mi? Genç olduğu kesin ama güzelliği elbette görecelidir. Komik miydi, işveli miydi, akıllı mıydı, karmaşık mıydı... Ben Nihal'de hiçbir özellik bulamadım ama belki de konu aslında Nihal değildi. Aşka da neden aramak sığlığımın başka bir göstergesi...

  • Yazarın üslubunu beğendim. Ender-Çetin-Nihal üçlüsü arasındaki itici gelebilecek durumu, doğal hatta sevimli gösterebilmesini beğendim.

  • Bıçakçı bir kitapta kaç kişinin ağzından konuşabilirim denemesi yapmış gibi. Zaten Ender anlatıcı. Çetin'in şiir ve şair üzerine yazdığı o tipik lise kompozisyonuna bayıldım. Reşit Bey'in roman kahramanı Eşref Bey ise hiç tat vermedi. Hele Ender öyküyü komik diye tanımladıkça antipatik buldum.

  • Ender'in Çetin'in hareketlerimi kocaman bir kediye benzettiği cümle bana çok acayip göründü. İsmi lazım değil bazı ''sen dev bir kedisin, kedi canını senin'' diye program yapanları aklıma getirdi.

  • Kitabın detaylarla gerçeklere tutunması da hoşuma gitti; mesela kitaplar, film, Ankara...

  • O sarı kapaklı Bereketli Olsun kitabı gerçekten de övgüye değer, en sınırlı kitaplıklarda bile yer bulacak bir kitaptır. ''Patates püresi midede en az kalan bir gıdadır.''

  • Dağcılarla ilgili o film 2000 yapımı Dikey Limit. Kimlerle gitmiştim hatırlamıyorum ama çok beğenmiştim. Hele bir kırık parmak sahnesi var ki hala aklımın kıyısından geçse kanım çekiliyor. Şimdi düşününce klişelerle dolu bir Hollywood filmi ama heyecanlı mı heyecanlı. Gençlik işte.

  • Ankara kışın şöyle bir yer: ''Anıtkabir'in bahçesindeki ağaçlar pamuktandı. Tandoğan'da yoldaki kar kahverengiye dönüşmüştü. Garın peronlarında yine güvercinler dolaşıyordu. Kale, beyazla gri arası bir fonda iyice belirginleşmiş, yaklaşmıştı.'' (sy.26)

  • Ben de peksimetin üzerine zeytin ezmesi sürüp deneyeceğim. Bir de kitap boyunca ne çay içildi arkadaş! Zaten genel olarak yemek sahnesi çok, iştah açıcı. Yine de en çok zeytin ezmeli peksimeti gözüme kestirdim.

  • Bu romanın filme alınacağını hayal edemezdim ama olmuş. Nasıl olmuş bilmiyorum ama bana olmazmış gibi geliyor.

  • (Bir gün sonra başa gelen akıl eklemesi) Ah Lennie! Lennie yazdığını okur okumaz anladım kimden bahsettiğini. Hayır bence Çetin Lennie'ye benzemiyor, ya da herkesin içinde biraz Lennie biraz George var. Ender'le tek ortak noktamız, içimizdeki Lennie'ler ve George'lar dışında, Steinbeck sevmemiz olabilir.