sabahattin ali etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
sabahattin ali etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

9 Haziran 2013 Pazar

En Sevdiğim Yazarlar

Şimdiye kadar yazarların en sevdiği kitapları, yazarları yazdım burada; listesi yazının altında. Pinuccia, blogunda yazdığı en sevdiği yazarlar yazısında Kitap Notları'na da bir pas atınca direniş nedeniyle yazı çok gecikse de bu sefer es geçemedim.  Diğer bloglar gibi on yazarlık bir liste çıkaramam ama işte bunlar da benim sevdiklerim:
  1. John Steinbeck:
    Steinbeck bana okumayı sevdirmiş yazardır. Onu John Ernst Steinbeck, Jr. başlıklı yazımda uzun uzun anlattım. Steinbeck'in sıradan insanların hikayesini, hayat mücadelesini doğal, sade ve derine işleyen üslubuyla anlatmasını beğeniyorum. Doğaya ve insanın doğayla ilişkisine eserlerinde verdiği yer ve onu anlatış şekli de beni hep etkilemiştir.
    Steinbeck'in yıllar içinde Fareler ve İnsanlar, İnci, Sardalya Sokağı, Alev, Cennetin Doğusu, Al Midilli, Bitmeyen Kavga, Yukarı Mahalle kitaplarını okudum. Cennetin Doğusu en sevdiğim kitaplar listesinin de başındadır.

  2. Ursula Le Guin:
    Le Guin'in Mülksüzler'i bir klasiktir kanımca. Ben de haklı övgülerin sahibi kitabı okuyarak onunla tanıştım. Yaratıcılığı, düş gücümü kamçılayışı, anarşizm, toplumsal cinsiyet, taoizm esintileri, eleştirel ama yapıcı tavrı, kurgudaki ustalığı beni hayran bıraktı. Daha sonra Yerdeniz Öyküleri ve Rüyanın Öte Yakası'nı okudum. En son Le Guin'in bir diğer baş yapıtı Karanlığın Sol Eli'ni orjinalinden okurken talihsizlikle yarım bıraktım, daha sonra aklımı daha çok vererek okumak üzere. Le Guin ne yazsa beğenerek okurum diye düşünüyorum. Sanırım bir yazarın favori yazar sıfatını kazanmasının en büyük kriteri budur. (Burada da Le Guin hakkında yazmak istiyorum ama şimdiye kadar hazırladığım taslaklar hiç yeterince iyi olmadı.)

  3. Sabahattin Ali
    İnsan bir yazarın kitaplarına hayran olursa yazarını da sever. Oysa burada biraz tersinden bir durum var. Ben Sabahattin Ali'nin kendisini kitaplarından fazla seviyorum. İçimizdeki Şeytan ve Kürk Mantolu Madonna romanlarını severek okudum. İnsan ruhunun garip, puslu, gri alanlarını anlatışını, ama en çok da anlatış tarzını... Üslubuna hayranlığımı anlatmak için Sabahattin Ali ve Ben başlıklı yazımdan alıntılamak en iyisi:
    Yalnız her gece bazı yerlerini tekrar ederek saatlerce okumamda Sabahattin Ali'nin dilinin, anlatımının neredeyse elle tutulacak lezzetinin etkisi büyüktü sanıyorum. Hem su gibi okunan hem de şarap gibi tesir eden bir şeydi.
    Bu Sabahattin Ali'nin duruşu, yaptıkları ve yaşadıklarıyla da birleşince onu sevmekten başka seçeneğim kalmıyor. Onun da her kitabını severek okurum diye düşünüyorum. Bunu Sırça Köşk'le test etmek isteğindeyim.
    Gördüğünüz gibi birinin en sevdiğim yazar olması için kitaplarının da ilk üçümde olmasına gerek yok.  Aynı şekilde çok sevdiğim bazı kitapların yazarları da "ne yazsa okurum" kategorisinde değil ama Yüz Yıllık Yalnızlık, Körlük gibi bazı kitapları da gerçekten çok seviyorum. Bir de en sevdiğim kitaplar hakkında pas gelirse onu da yazarım. O zaman kadar aşağıdaki yazarların sevdiği kitaplara göz atabilirsiniz.

    21 Ekim 2012 Pazar

    Sabahattin Ali ve Ben

    Sabahattin Ali'nin adını duymuş ancak gurbet elde okuyacak başka Türkçe kitap bulamayıncaya kadar okumayı düşünmemiştim. O zaman İçimizdeki Şeytan'ı okudum. Kitaptan çok okurkenki kendi halimi hatırlıyorum şimdi. Duvardan duvara lacivert halı altındaki döşemelerin gıcırdadığı, metal çerçevesi yer yer paslanmış Viktorya tipi camlarını rüzgarda sallanan çamın dallarının çizdiği bir oda, rüzgarın uğultusu ve dalların kıpırdayan gölgeleriyle gelen ürperti, yüksek tavanda ince çatlaklar, odaya bir hastane veya laboratuvar havası veren çift musluklu eski lavabo... Yeni yerime alışmaya çalışırken büyük odanın içinde kendimi pek yalnız hissederdim bazen. Gündüz neyse de gece sessiz, boşlukta yapacak iyi bir şeylere her zamankinden çok ihtiyacım olurdu. Dünyanın en mühim işine sonunda sıra gelmiş gibi alırdım elime kitabı. 

    Neden bilmiyorum kitaptan geriye hemen hiçbir şey kalmadı zihnimde. Sadece bir adamın masum bir kızcağızın kalbini habire kırdığını, yaptığı her hoyratlığa ben değil içimden çıkan bir canavar yaptı bunu diye bahane bulduğunu, belki de ıssızlığım ve ciddiyetimle bunu çok saçma bulup hem adama hem de bunu yazana kızıp durduğumu hatırlıyorum. Kitap beklediğim gibi sosyal-siyasal bir takıp derin mesajlar vermediği için de hayal kırıklığına uğramıştım. Yalnız her gece bazı yerlerini tekrar ederek saatlerce okumamda Sabahattin Ali'nin dilinin, anlatımının neredeyse elle tutulacak lezzetinin etkisi büyüktü sanıyorum. Hem su gibi okunan hem de şarap gibi tesir eden bir şeydi. Tam olarak neyinden nasıl etkilendiğimi bilmeden onun sahillerine çekiliyordum. Duyguları mı iyi tasvir ediyordu, cümlelerinde gizli bir ritim, bir ahenk mi vardı, zor şeyleri kolaycacık mı ifade ediyordu? Şimdi düşündüğümde anlıyorum belki de anlatım gücü yüzünden yerdiği acizliği, basiretsizliği o kadar içimde hissetmiştim ki romanın kahramanlarından da, romandan da, yazarından da soğumuştum. 

    Bu senenin başına kadar da itiraf ediyorum Kürk Mantolu Madonna'yı okumamıştım. Yakın arkadaşlarımın kınamaları ve şiddetli tavsiyeleri sonucunda okudum. Okurken Sabahattin Ali'nin kesinlikle anlattığı sokaklarda yürüdüğünü, bir Maria Puder olmasa da oralarda bir kadınla yakınlaştığını, mutlaka romanın kahramanı kadar çok okuyup onun gibi küçük bir odada Almanca çalıştığını düşündüm. Böyle düşündükçe de yukarıda anlattığım hallerimi düşündüm, keşke bunu o zaman okusaydım dedim. 

    Romanda beni kurgudan çok Ali'nin başka yazarların sayfalarca yazıp sinekten yağ çıkaracağı, heyecanı güya doruğa çıkarmak için uzattıkça uzatacağı okuyucunun da içi şişerek ve merakına yenilerek okuyacağı yerleri çarçabuk geçip hep işin özünü tam kıvamında anlatması oldu. Üslubunu (yine) o kadar beğendim ki bazen cümleleri dışımdan okuyup bu kelime buraya ne güzel olmuş, bak nasıl benzetme yapmış da cuk oturtmuş, tekerleme gibi kulağa ne hoş geliyor diye diye olaylardan koptum. 

    Bugün Sabah Yıldızı belgeselini izleyince anladım ki Kürk Mantolu Madonna'yı okurken yalnış hissetmemişim. Gerçekten de batı memleketinin temiz ama cansız sokaklarını dolaşmış ve küçük odasını kitaplarla doldurmuş. Tabi keşke benim için belgeseldeki en çarpıcı şey Sabahattin Ali'nin çektiği sıla hasreti olsaydı. Defalarca hapse atılıp hakarete uğraması yetmezmiş gibi işkencede öldürülmesi, bir mezarı bırakın o yuvarlak gözlüklerinin bile bulunmaması... 

    Belgesel yoğun araştırma eseri ve amatör bir yapım görüntüsü verdi. Yer yer arka plan sesleri çok rahatsız etti, bir anlatıcı olmadan söyleşilerin kolajından hikayeyi takip etmek her zaman kolay değildi. Sanki bazı yerlerde boşluklar da vardı. (Neden komşuları Ali'ye Sabah Yıldızı diyordu?) 

    Yine de izlediğime çok memnunum. Belgeselin en güzel yerleri Sabahattin Ali'nin kaleminden çıkanlardı. Bazen roman ve öykülerinden alınan bölümler bilmeyenlerin gerçek mi kurmaca mı anlayamayacağı şekilde kullanılmıştı ama yazdıklarıyla yaşadıklarının paralelliğini göstermesi açısından çok güzeldi. Bir de fotoğrafları harikaydı. Keşke daha çoğu kullanılsaydı. Ayrıca bir takım uzmanların, profların, bilirkişilerin değil de onu gerçekten bilenlerin ve ''sıradan'' insanların Sabahattin Ali'yi anlatmasına bayıldım.



    Bütün bunları neden yazdım? Çünkü bugün belgeseli izleyince romanlarına hiç de çarpılmama rağmen yazarla farkında olmadığım bir bağ kurduğumu anladım. Kendime yazdığım notlara onu da eklemek istedim. Bir de Sabahattin Ali'yi siz de okuduysanız ve Sabah Yıldızı'nı izlemediyseniz izleyin demek için. Evet hepsi bu kadar.