19 Nisan 2013 Cuma

Philippa Gregory Ne Okuyor?


Philippa Gregory adı size bir şeyler çağrıştırmadıysa bir de şunu deneyin: Boleyn Kızı. Evet, meşhur İngiliz kraliyet ailelerinden Tudorların entrikalarını romanlaştıran ve son dönemde hem ülkemizde hem de yurtdışında artan, hanedanlar ve asillere ilgiyi zirveye taşıyan isimlerden.

Ben de Boleyn Kızı'nı bayılarak okumuş, tuğla gibi kitabı bir haftada bitirmiştim. Şimdi yeniden o dönemle ilgili bir roman okumayı düşünüyorum. Aklımda Hilary Mantel'in Wolf Hall (Kurt Hanedanı) ve Bring up the Bodies (Ölüleri Getirin) kitapları var. Konuyu dağıtmayayım - böyle düşünüp araştırırken elbette aklıma acaba Gregory ne ve kimi okuyor sorusu takıldı.

Önce şunu söyleyeyim; Gregory'nin favorileri arasında tarihi kurgular yok! Tarihi romanları hiç okumuyormuş zira baştan savma buluyormuş.



Yukarıda gördüğünüz video da yurtdışında bir zamanlar ünlü ve büyük bir kitapçı zinciri olan (sonra kapandı) Borders tarafından hazırlanmış. Gregory, Michigan'daki mağazayı dolaşarak sevdiği kitapları anlatıyor. İlk eline aldığı kitaplar; The English Roses (David Austin) ve Amazing Rare Things (David Attenboroug) . Başka röportajlarında da her türlü kitabı sevdiğini, hatta çoğu sevdiği kitabın esas olarak okunmak için değil daha çok incelenmek için basılmış kitaplar olduğunu söylemiş. Belgesellerine bayıldığım David Attenboroug'un kitabının gerçekten ilginç şeylerle dolu olabileceğini düşünüyorum.

Edebiyat bölümüne geçtiğindeyse eline aldığı kitaplar ve hakındaki yorumları şöyle: 
"Lottery (Loto): Bu gerçekten enteresan bir kitap. Patricia Wood adlı yazarın ilk kitap. Zihnen geri değil sadece yavaş olduğu konusunda çok kararlı bir genç adam hakkında. Roman boyunca fark ediyorsunuz ki o aslında yavaşlığının içinde çok daha akıllı ve akıllı ve hızlı olduğu iddia edilenlerin sahip olmadığı bir çekiciliği var.''
''The Age of Innocence (Masumiyet Çağı): Edith Wharton'a insanlar neden tapmıyor anlamıyorum. Gerçekten çok çok harika bir romancı. Onun harika gözlemleme yeteneği ve son derece hafif dokunuşu var. Düşünüyorum da bu kadın yazarların zaman zaman yaptığı bir şeydir. Jane Austen, kesinlikle Wharton, ve benim de yapmayı arzuladığım bu; bir hikayeyi arap saçına çevirmeden anlatmak. Bütün yaz Edith Wharton okudum ve sonuç olarak söylemeliyim ki tarzımın neredeyse gün be gün geliştiğini düşündüm. O harika bir yazar.''
Tabi, Gregory'nin edebiyat kadari belki daha fazla tarih okuması beklenir. Yazar da kitapçı gezisin de romanlardan çok tarih kitaplarına yer vermiş. Konuşmasına Alison Weir'in büyük hayranı olduğunu söyleyerek başlıyor ki bunu başka röportajlarında da defalarca belirrtmiş. Burada da şöyle devam etmiş:
''Onun sevdiğim tarafı benim gibi detaylar konusunda çok hassas. Bir dönemin gerçek havasını veren detaydır. Çalışmakta olan çok az kadın tarihçi var ve bir anlamda yeniden yorumlanması gereken çok materiyal var. Alison Weir bu konuda çok iyi. O aynı zamanda referans konusunda da çok iyidir. Bi kitabını alıp da dip notlarına bakarsanız ne arıyorsanız büyük ihtimalle oradadır.''
2004 yılında Barnes&Noble'ın en sevdiği kitaplar sorusuna My Own Executioner (Nigel Balchin), Pincher Martin (William Golding), The Sandcastle (Irıs Murdoch) ve The Spanish Bride (Georgette Heyer) cevabını vermiş. Yukarıda da yazdığı gibi tarihi kurgu okumayan yazarımız için Heyer bir istisna ve ona göre en büyük tarihi romancı!

Bu sefer bir 'ilk 10' listesi hazırlayamadım ama bütün bu yazarlar, kitaplar ve yorumların Gregory'nin okuma zevk ve alışkanlığını anlamaya epey yardımcı oluyor, değil mi?





Yazarların sevdiği kitaplar yazılarının hepsi için buradan buyrun: Yazarların Sevdiği Kitaplar

2 Nisan 2013 Salı

Yedinci Gün




İhsan Oktay Anar'ın son kitabı Yedinci Gün raflara çıkarken büyük tantana koptu. Çok da hoşuma gitti. Bir edebiyatçının sırf yazdıklarıyla, okuyucu kitlesine yaşattığı heyecanla bunu başarması nasıl hoşuma gitmesin? Yazarın ilk romanı Puslu Kıtalar Atlası'nı okuyup hayran olmuş bir okuyucu olarak Yedinci Gün de hediye edilince hemen okudum.
 

Özet:

Romanımız üç bölümden oluşuyor: Baba, Oğul, Hayalet. İlk bölüm zeki, üç kağıtçı ve bencil biri olan İhsan Sait'in sadece fotoğrafını ve mektubunu görerek aşık olduğu prensese ulaşmak için kendisini atiye götürecek zeplini yapma hikayesini anlatıyor. İkinci bölüm ilkinden yaklaşık on yıl sonra Osmanlı Devleti'nin sancılı bir dönemine denk geliyor. Burada da bir genç erin Sarıkamış'taki savaş tecrübesi aktarılıyor. Son bölüm ise cumhuriyetin ilk yıllarında, 1934'te İstanbul'da geçiyor. İhsan Sait'in hayaleti geleceğe ulaşıyor, kamil insanın bulunması çabası sırasında yaşananlar anlatılıyor. Kamil insan Amil Zula'nın ise başına çeşitli işler geliyor.
 

Yazar Bize Ne Anlatmak İstiyor?
 
Adetim olmamasına rağmen özet geçmemin nedeni yazarken bir umut kafamda bir çerçeve oluşur demem. Zira kitabı okuyup yazarın ağır dilinden çekmeden rahatça anlamış olsam da işin özünü anlayamadım. Anladıysam bile anlayamadığımı zannediyorum. Beni anlıyor musunuz?

Ben de elbette yorumlara, okuyucu görüşlerine sığındım. Kitap eklerinde ve dergilerde yazılan yorumlar övgüler seli. Bunlardan bir kısmı sadece övüyor. Diğer yarısının bazıları kitabın adından (dünyanın altı günde yaratılması ve yedinci günde dinlenme) ve bölümlerinden (baba-oğul-kutsal ruh) başlayan dini ve efsanevi atıfları değerlendirmiş. Romanın insanın sonsuza erişme çabasının, iyiyle kötünün mücadelesinin, efendime söyleyeyim insanın tanrıyla ilişkisinin, tanrılaşma isteğinin hikayesi olduğu söyleniyor. Diğer grup ise babanın Osmanlı Devleti olduğunu, son bölümde zaten Osmanlı'nın Cumhuriyet üzerinde gezinen hayaletine gönderme yapıldığı, son dönem aydınlarının, dönüşümün eleştirildiği ve saire ifade ediliyor.

Belki hepsi doğru ya da hepsi yanlış. Yalnız bu yorumları yapanların itiraf etmese de çok büyük bir kısmı benim yaşadığım anlamamışlık hissini yaşıyor. Ya da anladım diyenler romanın kendisinden bile karmaşık konuşarak bende ters intiba bırakıyor. Örnek:
"İddiayla değil sükûnetle ifade edeyim, “Hoşça bak zatına kim zübde-i alemsin sen/ Merdüm-i dide-i ekvan olan ademsin sen” beytine çıkar bütünüyle romanın özü. Ama bu yazarın eylemiyle değil, okurun bilgisiyle, dopingiyle belirginleşir. Yediuyurlardan, Ashab-ı Kefh’in her devirde uyanık duran öyküsünden Servet-i Fünun içlenişlerine, biraz Güneş Dil Teorisi, biraz Saatleri Ayarlama Enstitüsü, biraz Abdullah Cevdet, işte, ta Meşrutiyet’ten ilk Cumhuriyet’e değin, “hakiki zamanın hikâye zamanına eşit”lenmesi çabasıdır bu. “Hayalete havlayan köpek” kaderinden çıkamayan bir öykü. Dilsel parodinin çenebaz bir romancının elinde yoğruluşu. Bu ülkenin son yüzelli yıl içindeki “…bir nevi, haşa, dünyevi ilahiyat” kurma macerası. “Kitlelerin baruttan sonra keşfedilen en ölümcül silah olması” karşısında duyulan sessiz isyan. Fikir ve tasavvur derecesinde kalmak şartıyla öyle."       - Ömer Erdem (Radikal Kitap)

 
Sonuç:

Ben sonunda bu işin içinden roman yazarın okuyucudan çok kendisi için yazdığı bir eser diyerek çıktım. Yani belki de özellikle bize bir şey anlatmak istemiyordur. Önce kitaplarında görülmeyen derecede güncel ve siyasi atıfların olması da belki yazarın edebi kurguları kadar şahsi fikirlerini de yansıtmasına delil teşkil edebilir. Bir bütün olarak tek bir cümle ile mesajının, hedefinin ne olduğunu söyleyemesem de bölüm bölüm yazarın görüşlerini sezdim ve bunların yarısına şiddetle karşı çıkarken yarısını da gönülden destekledim. Yazarın mizahı uzun sayfalar boyunca beni ayakta tutan önemli unsurlardan biriydi. Sık sık iğrençliğe dayanan komikli bölümleri ise genelde yüzümü buruşturarak okudum. Kitanbın son beş sayfasında her şeyin birbirine bağlanması ve aydınlığa kavuşması beni kesmedi. O beş sayfa bana yetmedi.

Ben kitabı okuduğuma memnun olduğum halde kitap boyunca ilerlemek için çırpınmış olmamın verdiği yıpranmayla kimseye şiddetle tavsiye edemiyorum. Görüyorum ki benim bu “anlamadım, yıprandım” halim diğer okuyucularda da var. Okuyucu yorumları hala Puslu Kıtalar Atlası ve Suskunlar’ı yeğliyor. Olsun. Yine de okumak isteyenleri caydırmak istemem. Hatta biraz yardımcı olurum belki diye aşağıdaki ufak notlarla bu yazıyı burada noktalıyorum.

 
Okurken Bunlar Aklınızda Bulunsun:
 
Paşaoğlu: Padişahla akrabalığı bulunan dinle arası hiç olmayan ama kendini ilme fenne adamış bu adamın Prens Sabahattin’den esinlenilerek yaratıldığı iddia ediliyor.

Tekvin: Yaradılış demek. Eski ahitteki kitaplardan ilki. Dünyanın ve insanın yaratılmasını anlatıyor. Siz artık buradan tekvinhane ne demek, asi çiftçi kim, ateşçi ne anlarsınız.

Emile Zola: Kitabın kahramanlarından biri olan Amil Zula'ya adı çok benzeyen bu Fransız yazar ve düşünür Yahudi olduğu için askeri mahkemede haksızlığa uğrayan Yüzbaşı Dreyfus'u savunmuş ve Fransız devlet başkanına hitaben "İtham Ediyorum" (veya "Suçluyorum") başlıklı bir makale kaleme almıştır.

Kıtmir: Yedi uyurlar kültündeki yedi uyurlardan biri olan çobanın köpeğinin adı.

Als ikh kan: “Als ich kann”a  benzetip herhalde elimden geldiği kadar demek diye düşünerek araştırdım ki pek yanılmamışım. Ortaçağda eser sahiplerinden bazıları alçak gönüllülüklerinin timsali olarak eserlerini “yapabildiğimin en iyisi” anlamına gelen bu kalıpla imzalarmış.