20 Şubat 2014 Perşembe

Biraz Daha Roman



Mor Kitaplık yazıları 15'e ulaştı. Son üçünü aşağıda beğeninize sunuyor, esenlikler diliyorum.


Hastalıklı bir tutkunun hikayesi. Bol bol yalnızlık, yabancılık, anlaşılmazlık. Tekrarlar, işlevsiz detaylar derken kitabı biraz yerden yere vurdum >>>


Abdülhamid'in son günleri, üst üste öldürülen birbiriyle ilgisiz kimseler, şüpheli konumuna düşen eski harem ağası Yaşim. Belki bir Muhteşem Yüzyıl değil ama ilginç, güzel bir hikaye. Üstelik bir Bizans tarihçisi ve İstanbul aşıkının kaleminden >>>


Bir bulmaca, parçalanmış bir anlatım, leziz argümanlar. Bu kitap hakkında duygularım karışık, detaylar burada >>>


Daha önce yayınlanmış yazılara ulaşmak isterseniz o da düşünüldü:

14 Şubat 2014 Cuma

Bugün Sevgilimize Neden Hediye Almamalıyız?

Sevgililer Günü nereden çıkmış derseniz resmi açıklaması evlenmesi
yasak olan askerleri sevdikleriyle gizlice evlendiren Aziz Valentine'e ithaf edilmiş olmasıdır. Benim sevdiğim ve gerçekle tahminimce hiç alakası olmayan açıklama ise şudur: Noel çılgınlığı bittikten sonra bahara kadar çok durgun seyreden ekonomiye alıp verip can vermek için bir yol düşünülmüş ve ABD başkanının karısı Aziz Valentine gününü aşk günü olarak pompalama fikriyle ortaya çıkmıştır. 

İkinci açıklama uydurma olsa da günümüzdeki sevgililer gününü daha iyi açıklıyor. Bir yıl başı kadar olmasa da tüketimin had safya ulaştığı bu dönemde en çok tüketilen şeylerse hediyelerdir. Sevgililer gününde alınan peluş ayının, tek kırmızı gülün, gerçek sahte çeşit çeşit takının hesabı tutulamaz. Kimileri bu kafir icadını caiz bulmazken kimi de ''benim aşkım öyle büyük ki bana her gün sevgililer günü'' savıyla ortaya çıkar. Bu konuda (ve özel günlerde hediye alınması konusunda) elbette mikroekonomistlerin de söyleyecekleri var. Nitekim Standford Üniversitesi İktisat Profesörü Joel Waldfogel da Scroogenomics: Why You Should't Buy Presents for the Holidays (Cimrikonomi: Neden Özel Günlerde Hediye Almamalısınız) adlı kitabında adından da anlaşılacağı üzere hediye alma işine kafa yoruyor ve yapmayın etmeyin diyor.

Neden? Yazarın cevabı: Çünkü hediye alıp vermek iddia edildiğinin aksine ekonomiye can vermiyor, ekonomiye zarar veriyor. Nasıl!? Yazarın cevabı: Tüketici artağını yok ederek dara kaybına yol açıyor ve israfa neden oluyor.

Biraz açalım: Ali, Ayşe'yi seviyor. Ne kadar sevse de asla Ayşe'yi Ayşe'nin kendi kadar tanıyamaz ve ihtiyaçlarını bilemez. Ayşe para verip bir kazak alırsa o kazağa en az ödediği para kadar değer biçiyor, o kadar fayda elde ediyor demektir. Mesela kazak 30 liradır ama Ayşe 'kazak da tam istediğim gibiymiş, 50 kağıt olsa yine alırım' demekte aradaki 20 lira da tüketici refahı olarak yanına kar kalıyordur. Oysa Ali Ayşe'ye bir kazak alırsa bu kazağın Ayşe'nin de para verip almak isteyeceği bir kazak olma ihtimali çok düşüktür. Büyük ihtimalle Ali kazağa 50 lira verdiyse bu kazak Ayşe için ancak 40 lira değerindedir. 10 lira kaybolan, israf edilen refahtır. Tabi Ali'nin bu hatalı tercihinde hediye alırken parasını daha az dikkatle harcaması da yatmaktadır, pahalı da olsa 'şimdi hatun bize cimri demesin' diyerek paraya kıymaktadır.

Peki napak hacı? Yazarın cevabı: Birbirimize nakit verelim. Ali Ayşe'ye Ayşe de Ali'ye 50'şer lira versin ama o da biraz saçma olacağından en iyisi mi hediye almayalım. Bunun hiç oluru yok mu? Cevap: İnsanın kendisine bir şey aldığı durumdaki kadar tüketici artığı oluşturmanın tek yolu bir kişinin istediği, hatta etiketindeki fiyatı da ödemeye razı olduğu ama ya bulamadığından ya da başka nedenden bir türlü alamadığı şeyi alıp hediye ederseniz baya tüketici artığı ve refah oluşur. Mesela arkadaşınızın  uzun zamandır arayıp bulamadığı bir çizgi romana bir sahafta denk gelirseniz ve onu arkadaşınıza alırsanız süper olur. Dostlarımızın bize Fransa'dan getirdiği güzel şaraplar, Kıbrıs'tan gelen ucuz rakılar kanımca bu grupta değerlendirilebilir.

Temsili
Peki ya hediye almanın manevi önemi? Cevap: Hımm, yani Ayşe için fiyatı 50 lira olan ama faydası 40 lira olan kazak Ali'den geldi diye 50 liralık fayda edebilir tabi. Ama Ali'den sıfır lira fiyatı olan bir hediye de gelseydi Ayşe'nin gözündeki değeri 10 lira olurdu  gördüğünüz gibi para harcayarak yine daha fakir ve refahı azalmış olduk.

Şimdiiii ben yazara bir soru soruyorum: ya hediye vermenin zevki? Bunu da elbette hediye almanın manevi tatminine benzetebilirsiniz. Yine de bu iki konunun hediye alınmamasındansa pahalı ve alınmış olmak için alınan hediyeler için geçerli olduğunu düşünüyorum.

Aslında uzun bir makaleyi andıran bu küçücük kitabın ciddi bir iktisadi bakış açısıyla eleştirilecek çok tarafı var. Ama bence bu kitap ciddi, ağır bir iktisat kitabı değil. Temel mikroekonomi kavramlarını günlük bir olaya (özel günlerde hediye almak) uygulayarak okuyucuların eleştirel bakış açsını geliştirmeyi hedefliyor. Tam da üniversiteye yeni başlayan öğrencilere göre değil mi? Zaten kitap Princeton Üniversitesi'nin birinci sınıf öğrencilerine tavsiye ettiği okuma listesinde yer alıyor. Öneririm siz de okuyun ve sırf öyle empoze ediliyor diye zoraki hediyelere paranızı harcamayın.

5 Şubat 2014 Çarşamba

Hamburg Barikatları

Hayatımda içtiğim en iyi bira ve gördüğüm en soğuk hava.
Bazı kitapları okumanız için kader ağlarını örer: Siz çok alakasız bir zamanda bir çok şeyin bir araya gelmesiyle bir şehre gitmeye karar verirsiniz. Çok önceden planlarınızı yapmaya başlarsınız. Gitmenize bir ay kala o şehirde protesto gösterileri başlar. Ülkenizde de yaz aylarnda gösteriler olduğu için bir anda çok ilgi görür bu olaylar. Sonra gezmeye gittiğiniz yerlerle ilgili  kitapları özellikle oradayken okumayı sevdiğinizden kitap araştırırsınız ve on yıllar önce aynı şehirde yaşanmış bir isyan hakkındaki kitaba rastlarsınız. Eh okumayıp da ne yapacaksınız?

Olaylar


Bu kitap 1923 yılında, Weimar Cumhuriyetinin yoksulluk, hiperenflasyon, adaletsizlik ve siyasal kutuplaşma ortamında yaşanan silahlı ayaklanmayı anlatıyor. Ayaklanma Komünist Parti tarafından örgütlenmiş ve başka şehirlerde de harekete geçilse de yoğunlukla Hamburg'da cereyan etmiş. Kitaba göre 60 saat, Wikipedia'ya göre birkaç saat içinde bastırılan isyan sırasında 26 karakol basılmış ve 17'sinden alınabilen silahlarla isyancılar silahlanmış. Çoğu isyancı olmayan vatandaşlar olmak üzere 100 kişi ölmüş. İsyan bastırıldıktan sonra binlerce insan tutuklanmış. 

Yazar


Larissa Reissner de bu isyan sırasında adanmış bir devrimci olarak oradaymış. Çatışmaktan ve çalışmaktan arta kalan zamanlarda Rusya'da çeşitli dergi ve gazetelerde yayınlanan yazılar yazmış. Reissner, Polonya doğumlu olmasına rağmen babasının siyasi faaliyetleri nedeniyle Berlin'e kaçması sonucunda 1903-1907 yılları arasında Almanya'da yaşamış. Ekim Devrimi'nden sonraysa Saint Petersburg'a yerleşip Bolşevik Partisi'ne katılmış. Eğitim komitesinde çalışmış, Maxim Gorki'nin çıkardığı dergide yazmış, diplomatik görevle Afganistan'a gitmiş… Bütün bunları da 30 yıllık ömrüne sığdırmış.

1979, 1. baskı.

Kitap


Hamburg Barikatları beş-on sayfalık yazılardan oluşuyor. Kitap işçilerin ve siyasetin o dönemde içinde bulunduğu durumu anlatarak başlıyor. Açlıktan bir yaşına gelmeden öleceği kesin olan bebekleri doğuran anneleri, sefaletten bebeklerini doğururken öleceğini bildiğinden bari babaları çocuklarını kucağına alabilsin diye evde doğurmak isteyen kadınları, ay başında aldıkları para enflasyonla eriyip ayın onunda ekmek almaya yetmez hale gelen işçileri, yorgunluğu, bezginliği anlatıyor. Sonra isyanın başlangıcı ve gelişimini anlatıyor, Hamburg, Barmbeck (ayaklanmanın en güçlü olduğu yer), Schiffbek ve Hamm'daki çatışmayı portrelerle birlikte aktarıyor. Bu yazılarda ve son yazısında isyanın bastırılışına ve bıraktığı etkiye değiniyor.

Yazarın devrimci düşüncelerinin coşkusunu paylaşan bugün az insan vardır. Belki Reissner de bugün yaşasa başka düşünceleri olurdu. Her neyse, sonuçta onun silahlı bir devrimle komünizmin gelmesinin tek ve kaçınılmaz kurtuluş olduğunu fikrine takılıp kalırsanız kitabı hiç beğenmeyebilirsiniz. Ben kitabı insanların devlet gücüne ve adaletsizliğe karşı verdikleri bir mücadelenin birinci ağızdan anlatımı olarak okudum. Yazarın tutkulu, güzel benzetmeler ve betimlemelerle dolu anlatımının tadını çıkardım.

Peki 90 yıl önceki bu ayaklanmanın öyküsünden ne anladım? Bazı şeyler hiç değişemiş. Mesela masumların polis kurşunuyla öldürülmesi, mesela cadı avları, mesela çifte standart. Bazı şeyler biraz değişmiş ama yeterince değil. Mesela (Almanya'da) açlık, sefalet. Yazarın özellikle kadınların 'kahramanlığını', çocukların açlıktan okulda bayıldığını ve hatta öldüğünü, küçük-burjuvanın küçük dünyasındaki mutluluğunu anlattığı bölümlerden etkilendim. Silahlı çatışmaların anlatıldığı ve şiddetin kutsandığı bölümlerse pek bana göre değildi. Eğreti bulduğum tek nokta isyanın bastırılmasının bir yenilgi olmadığını, militanların kimsenin zarar görmemesi için geri çekildiğini, psikolojik bir zafer kazanıldığını  telkin ettiği satırlar oldu.

Rote Flora

Hamburg ve Son Olaylar


Malumunuz 2013'ün son haftalarında Hamburg'da protestolar, direniş olayları yaşandı. Bu olaylar hakkında pek bilgim yok. Orada yaşayan arkadaşımın söylediği yukarıda gördüğünüz Rote Flora zamanında işgal edilmiş, 80'lerden bu yana da kültür merkezi olarak kullanılmış, evsizler filan da orada kalıyormuş.  Binanın sahibi artık binanın boşaltılmasını istiyormuş, mahkeme de bu yönde karar vermiş fakat insanlar buna direnmiş, zaten bir süredir özellikle göçmenlere karşı polisin tutumu da beğenilmiyormuş, sonra protestolar, vs... Biz gittiğimizde ortam sütlimandı, tehlike bölgesi ilan edilen sokaklarda da gezdik, her şey çok normaldi. Acaba dedik o anda göremediğimiz polisler göstericileri dayaktan geçirmiş, ortamı gaza, suya, copa boğmuştu da ortam öyle mi durulmuştu. Polis her yerde polis tabi ama öyle dayak filan yokmuş.

Peki bütün bunların Hamburg'da olması tesadüf mü? Almanya'nın en liberal şehri diye biliniyor. Göçmeni, yabancısı çok. Haliyle ötekine bir karşı hoşgörü mevcut. Son zamanlarda ekonomik liderliğini Berlin'e kaptırsa da sanaiyisiyle, limanıyla canlı bir ekonomisi var. Güçlü bir sol damar var, direniş geçmişi var. Daha önce Almanya'nın başka kentlerinde bulunmuş ve hep Almanya'da bir Türk olmanın korkunç olduğunu düşünmüştüm. Frankfurt'ta İngilizce menü istediğim garson Almanca bilmiyorum diye bana kırmızı kaplı İngilizce menüyü ''Al sana kırmızı kart'' diye vermiş, trende yaşlı bir kadın Alman arkadaşıma ayaklarını koltuğa dayadı diye bağırmıştı. Hamburg'da ise yarın sabah taksi nasıl buluruz diye sorduğumuz garson seferber oldu, bizi havaalanına götürecek taksiyi bizim yerimize ayarlayıp iyi yolculuklar diledi, bir bardaysa mekan sahibi getirdiği yüklü hesaba ''Çüş'' diyerek takıldı. Herkes nazik ve güler yüzlüydü.

Yani Hamburg'u anlamamda Hamburg Barikatları'nın büyük katkısı oldu. Hamburg Barikatları'nı anlamamda da Hamburg'ta gördüğüm tavrın katkısı müthişti. İmkanınız varsa sıcak aylarda gidip gezin gezerken de bu kitabı okuyun. Tavsiyemdir.