19 Eylül 2012 Çarşamba

Feminist Edebiyattan


Selim İleri'nin övgüsünü üzerine
İlknur Özdemir çevirisini aldım
ve pek memnun kaldım. 
Feminizm ve edebiyat diyince akla ilk Virginia Woolf gelir, Woolf kitapları içinden de feminist yazının klasiklerinden sayılan Kendine Ait Bir Oda (A Room of Someone's Own). Bu uzun deneme yazarın 1928 yılında Cambridge Üniversitesi'nde kız öğrencilere hitaben yaptığı konuşmanın üzerine inşa edilmiş. Woolf kitabında "kadın ve kurmaca" konusunu tartışıyor. Bunu yaparken çeşit çeşit sorular gündeme getirip kapsayıcı bir açıdan konuyu ele alıyor. Öyle ki kitap bir kadınlar ve toplum kitabına dönüşüyor. Nasıl mı? Şöyle...

Woolf, kadının kurguyla ilişkisinden önce sıradan bir kadının nasıl yaşadığına, neleri yapıp neleri yapamadığına odaklanıyor. Hayali bir Mary Saton yaratıp onun gözünden üniveristeleri, sokakları, kütüphaneleri dolaşıyor. İlk tespiti kadının eğitim dahil her türlü entellektüel etkinlikten dışlanmış olduğu. Sonra buna karşı gelerek söz gelimi şiirle ilgilenecek bir kadının nasıl alaya alınacağını, küçümseneceğini, işi ileri götürürse cezalandırılacağını anlatıyor. Burada ünlü Shakespeare'in bilinmeyen kız kardeşi hikayesin anlatıyor. Her şeye rağmen yazan kadınların edebi kalitelerini bozan bir hınç, nefret ve hayal kırıklığının varlığına işaret ediyor. Bu noktada kitaba adını da veren çözümünü sunuyor: ekonomik bağımsızlık ve kendini geliştirmek için ayrılacak zaman ve mekan. Bu yolla kadınların hem erkekler gibi üreteceklerini hem de halihazırda annelerinin yoksulluğu ve unutulmuşluğu nedeniyle çektikleri sıkıntıların bir sonraki kadın kuşaklarına aktarılmayacağını söylüyor.

Okurken sık sık ben bu satırları hatırlıyorum dedim. O kadar alıntılanmış, o kadar örnekleri başka başka yerlerde kullanılmış ki... Eh bir kaç alıntı da ben yapayım o zaman:

''Kurmaca olgulara bağlı kalmalıdır, olgular ne kadar sahiyse kurmaca da o kadar iyi olur - bize böyle öğrettiler.'' 
''Eğer Mrs. Seton ve annesi ve onun da annensi para yapma sanatını öğrenmiş olsalardı, babaları ve onlarda önce gelen büyükbabaları gibi paralarını kendi cinslerine uygun öğretim üyelikleri, okutmanlıklar, ödüller ve burslar tesis edilmesi için bırakmış olsalardı, biz burada tek başımıza keklik eti ve bir şişe şarapla gayet ölçülü bir yemek yiyebilirdik; bize cömertçe bahşedilmiş mesleklerden birinin koruması altında olacağımıza güvenerek, zevkle geçireceğimiz onurlu hayatı dört gözle bekleyebilirdik.'' 
''Neden erkekler şarap içerken kadınlar su içiyorlardı? Cinslerden biri o kadar varlıklıyken öbürü neden yoksuldu?'' 
''Keats ve Flaubert ve diğer üstün yetenekli adamlar dünyanın kendilerine kayıtsız kalmasına güç dayanıyorlardı, ama kadınlara baktığımızda bu kayıtsızlığın yerini düşmanlık alıyordu. Dünya kadına, erkeklere dediği gibi 'İstersen yaz, umrumda değil!' demiyordu. Dünya kaba kaba gülerek 'Yazmak mı?' diyordu. 'Yazman ne işe yarıyor?'''

Kitabın önemini ve etkileyiciliğini bir örnekten daha görebiliyoruz. 2007 Nobel Ödüllü yazar Doris Lessing'in 19 Numaralı Oda (To Room Nineteen) adlı öyküsü Woolf'un Kendine Ait Bir Oda'sına karşılık, ondan esinlenilerek yazılmış. Bu öyküde Lessing evli, mutlu ve dört çocuklu tipik bir kadının içindeki üretme dürtüsüyle olan macerasını anlatır. Kendini keşfetmek, içinden geleni yazmak ve üretmek için sığınacak, yalnız kalacak bir yer arayan kadın sonunda bir otelde 19 numaralı odayı tutar ve düzenli olarak burada zaman geçirmeye başlar. Okumak isteyecekler için sonunu söylemiyorum ama son Woolf'un yazdığı (veya erkeklere özgü herhangi bir işe el attığı) için dışlanan, aşağılanan, cadılıkla veya delilikle suçlanan kadınlarla ilgili öngörüsünden farklı değil.

Lessing'in feminist edebiyatla özdeşleşen tek eseri bu değil. Yazarın en önemli kitabı kabul edilen Altın Defter (The Golden Notebook) yazarın tüm itirazlarına rağmen feminizmin önemli eserlerinden sayılıyor. Gerçekten de kadın olmak, kadnlık halleri ve toplumla kadının ilişkisi üzerine siyleyecek sözü çok olan bir kitap. Diğer yandan değişik katmanları ve konularıyla sadece bir kadın kitabı da asla değil.

Altın Defter, zamanında çok satan bir kitap yazmış fakat şimdi yazar tıkanması yaşayan, eski komunist parti üyesi ve gazeteci Anna Wulf'un kişilik krizini konu alıyor. Anna düşüncelerine ve hayatına bir düzen verebilmek için dört farklı konuda (yazarlık sorunları, siyaset, ilişkiler, günlük olaylar) dört ayrı renkli defter (sırasıyla siyah, kırmızı, sarı, mavi) tutmaya karar veriyor.

Bu defterler boyunca Anna'nın hayatı, duyguları, anıları, düşünceleri, çevresindekiler arasında bir yolculuğa çıkıyoruz. Romanın defterlere bölünmesi ve bu defterlerin sanki başka başka hayatlara aitmiş gibi durması şekil ve içeriğin birbirini tamamlamasına en güzel örnek. Bu anlatım sanki bir yanda Anna'nın kişilik parçalanmasını temsil ederken bir yandan da çok çeşitli izleklerin bir arada sunulmasına imkan veriyor. Bunlar arasında ne yok ki: kadınlık-annelik, siyaset-komunizm, Amerikalı olmak-İngiliz olmak, sağlık-delilik, yaratıcılık-yazarlık, modern insan, kişilik algısı (özellikle sinema bölümlerinde), aile-ilişkiler, beyaz adam-siyah adam... Hepsi ayrı ayrı vurgulanmasına rağmen okudukça görülüyor ki hepsi bir bütünün parçası.

Yine de yazarın sıkı okuyucuları arasından sadece benimsediği tek bir defteri okuyanlar da varmış. Lessing'in bir söyleşinindeki ifadesine göre romanı okuyanlar genelde izleklerden sadece birini ya da birkaçını görebiliyor, genelde bu onun neye ihtiyacı ve ilgisi varsa o oluyormuş. Ben de tek bir defteri değil ama Güney Afrika yıllarına ilişkin bölümleri çok beğendim. Kadınlığa ilişkin güzel paragraflar da vardı ama özellikle şu cümle aklımda yer etti: ''Erkekler özgür olmadan kadınlar nasıl özgür olabilir?''

Roman boyunca birçok erkek sahneye çıkıp sahneden iniyor; bence bu erkekler kadınlarla ilişkileri açısından bir takım özellikleri sembolize ediyorlar ve belirli bir rol oynamak için oradalar. Örneğin kimileri karılarını aldatıp sonra suçu diğer kadına atanlar, kimileri de ailelerini şirketleri gibi yönetmeye kalkanlar.

Konumuza dönersek; defterler boyunca Anna Afrika'da bir beyaz, İngiltere'de bir komünist, bu dünyada bir kadın olmanın yükünü sırtlanmaya çalışıyor. Bu halleri, kendini anlamaya çabalıyor. Giderek deliriyor... ve sonunda deliliğin en koyu olduğu yerde tüm defterlerin birleşimi ve toplamından fazlası olan Altın Defter'de dönüm noktası yaşanıyor. 

Parçalı anlatımın hakim olduğu, iç içe geçmiş birkaç hikayenin anlatıldığı, delilik buhranının sonlara doğru okuyucuyu boğduğu bu kitabı okumak hiç kolay değil. Zaten yayımlandığı dönemde roman eleştirmenlerce pek beğenilmemiş; fazla kişisel ve zor bulunmuş. Öte yandan derinliği nedeniyle tekrar tekrar okuyup hepsinde farklı bir anlam çıkaracağınız zengin bir kitap. Bazı kitapları okumanın yaşı vardır; biraz hayat tecrübesi ve olgunlukla bu kitabın da daha iyi kavranabileceğini düşünüyorum.

Bir de Anna Wulf'un Virginia Woolf adıyla bir ilgisi var mı acaba?


10 Eylül 2012 Pazartesi

Ödüller ve Ödüllü Kitaplardan Bir Tutam (ABD)

Ödüller edebiyat dünyası için çok önemli. Yazarları ve yayınevlerini daha iyiye teşvik ederken okuyuculara da yol gösteriyor ve onların ilgilerini canlı tutuyor (ya da en azından beklenen bu). Ben de ABD'de verilen önemli ödüllerden ve bunları kazananlardan bir tutam seçtim: Bel Canto (PEN/Faulkner), Gilead (Pulitzer), Travma (Edgar). 

PEN/Faulkner Ödülü ve 2002 Kazananı: Bel Canto - Ann Patchett

William Faulkner Amerikan edebiyatının en önemli yazarlarından biri. 1949 yılında Nobel Ödülü'nü kazanan Faulkner, aldığı para ödülünü (yaklaşık 1 milyon dolar) kendi adını taşıyan bir vakfa bağışladı. International PEN ile de bağlantılı olan bu vakıf 1980 yılından bu yana yeni kurgu yazarlarını desteklemek amacıyla, yaşayan Amerikan vatandaşları içinden seçilen finalistlere 5 bin, kazanana ise 15 bin dolarlık ödül veriyor.

Bel Canto sevginin ve sanatın var ediciliğiyle, şiddetin ve nefretin yıkıcılığını bir arada sunuyor. İkisinin çarpışmasını, birbirine dönüşmesini, birbirini yok etmesini anlatıyor.

Fakir bir Latin Amerika ülkesinde belki yatırım yapar ümidiyle dünya devi Japon bir elektronik şirketinin sahibine doğum günü partisi düzenleniyor. Partiye patronun saplantılı bir hayranlık duyduğu opera sanatçısı da konser vermek üzere davet ediliyor. Bu fırsattan istifadeyle dünyanın her yanından insanlar bu şeçkin partide ülkenin başkan yardımcısının güzel evinde buluşuyor. Sonra BAM! Bir grup terörist havalandırmadan süzülerek konseri basıyor ve yüzden fazla kişiyi rehin alıyor. Çamurlu postallarlar makosen ayakabılar, üniformalar ve şifon gece elbiseleri, çelik namlular ve gümüş şamdanlar birbirine karışıyor.

Romanın devamında rehin alanlar ve rehin alınanlar arasında ve bu iki grubun kendi içlerindeki ilişkileri, kişilerin iç dünyaları, insanlık halleri; özenle seçilmiş detaylar, güçlü tasvirler, çarpıcı sahnelerle işleniyor. Kitap kendine ait bir evren yaratıyor. Zaman geçtikçe iki grup arasındaki duvarlar yavaş yavaş yıkılıyor. Sanki yıkılan duvarlar içerdekilerle dışardakiler arasında yükselmeye başlıyor. Çok yavaş ve doğal olmasına rağmen ben bu yakınlaşmanın ulaştığı son raddeyi abartılı ve naif buldum. Öte yandan anlatımın güzelliği yanında bu hayalperest tavırdan hiç rahatsız olmadım.

Roman gerçek bir olaydan esinlenilerek yazılmış. 1997 yılında Peru'da dört buçuk ay süren ve Japon Büyükelçiliği Krizi diye bilinen rehin alma olayının ana hatlarıyla romanın kurgusu bire bir örtüşüyor. Ben heyecanı kaçmasın diye kitabı okuduktan sonra olayı araştırdım; size de okuduktan sonra mutlaka bu olayı araştırmanınızı tavsiye ederim. Tabi merakınıza yenilip de önce Peru olayını öğrenirseniz de üzülmeyin çünkü kitap olaylar ve maceradan ziyade duygular ve insan ilişkileri üzerine kurulu.

Roman üç yüz küsür sayfa boyunca kadın bakış açısını da koruyor. Roxanne, Carmen, Beatriz... Sayıca azlar ama romana yön veriyorlar. Nefretin ve sevginin karşı karşıya geldiğini söylemiştim ya; ister rehine olsun ister terörist kadınlar hep var eden taraftalar sanki. Bu açıdan bakınca kitabın sadece kadın kurgu yazarlarına verilen Orange Ödülü'nü 2002 yılında kazanması hiç şaşırtıcı değil. 

Kısaca kitabı beğendim ve tavsiye ediyorum. Ayrıca kapağını pek beğendiğimi söylemeden geçemiyorum.

Pulitzer Ödülü ve 2005 Kazananı: Gilead - Marilynne Robinson


Gazete yayımcısı Macar asıllı Joseph Pulitzer'in vasiyetiylegazetecilik okulu ve ödülleri için Columbia Üniversitesi'ne yaptığı yüklüğü bağışın 250 bin dolarlık kısmı Pulitzer Ödülü ve Bursu için kullanılıyor. 1917 yılında kurulan Pulitzer Ödülü diğer ödüllerin aksine sadece edebiyat alanında değil gazetecilik ve müzik alanlarında toplam yirmi bir dalda veriliyor. Edebiyat alanında (biyografi, kurgu, tarih, şiir, oyun ve genel kurgu olmayan yazı) ödül alabilmek için Amerikalı olmak ve tercihen Amerikan hayatı üzerine eser vermek gerekiyor. Kazanan prestijin yanında 10 bin dolarlık bir çekin de sahibi oluyor. Yalnız bu yıl (2012) jüri kurgu dalında hiçbir eseri ödüle layık görmeyerek tartışma yarattı.

Gilead, ABD'nin Iowa eyaletinde hayali bir kasaba. Adını İncil'de geçen Gilead tepesinden alıyor. ABD İç Savaşı sırasında ve sonrasında yaşamış 3 kuşak din adamı bir aileyi anlatıyor. Bu üçlü birbirinden çok farklı. Dede eline silah alıp kölelik yanlılarına karşı savaşırken baba bunun günah olduğunu, çünkü ne olursa olsun kan dökmenin meşru olamayacağını düşünüyor. Oğul John Ames ise bunları ve kendi hayatından süzdüklerini kendi oğluna anlatıyor. Tüm bunları okuyup sizi bir macera bekliyor sanmayın. Kitap anılar, dini alıntılar, iç hesaplaşmalar ve felsefi fikirlerle dolu.

Kitabın en güçlü yanının anlatım tekniği olduğunu düşünüyorum. Anlatımın başında John Ames bu 'mektubun' ne yazdığı resmi evraka ne de vaazlarına benzeyeceğini, sadece düşündüğü gibi yazacağını belirtiyor. Öyle de oluyor. Peder Ames gerçekten de kendi kendine düşünür gibi yalın kelimelerle bir konudan diğerine yumuşak geçişler yaparak içtenlikle yazıyor. Kendinizi yaşlı bir adamın beynine girmiş dolaşır gibi hissediyorsunuz.

Yazar Ames aracılığıyla aile bağları, hayatın kıvrımlarında saklı ufak mutlukluk ve zevk anları, doğmak ve ölmek konularını hoş satırlarla işlemiş. Ruhaniyeti sevenlere özellikle hitap edecektir bu bölümler. Bu satırlar bir pedere ait olunca bol bol İncil alıntısı ve din felsefesi de eksik olmamış tabi.

Ve ben bu kitabın yarısından fazlasını okuyup yarım bıraktım. Hem de kitabı yurtdışından getirttiğim ve kitaba büyük şevkle başladığım halde! Nedeni ne kadar hoş olsada yukarıda bahsettiğim konular üstünde bir takım sipritüel fikirlerin herhangi bir ana olay örgüsüne bağlı olmaksızın tekrarlanıp durması. Öyle ki 70. sayfadan sonra hiçbir yere varamadığım, on sayfa atlayıp okumaya davem etsem farkına varmayacağım hissine kapıldım.

Ben böyle söylüyorm ama kitap aynı zamanda Ulusal Kitap Eleştiri Çevresi Ödülü (National Book Critics Circle Award) sahibi. Tercih sizin.

Edgar Ödülü  ve 2011 Kazananı: Travma - Steve Hamilton


Tam adı Edgar Allen Poe Ödülleri olan bu ödüller 1946 yılında kuruldu. 1954'ten bu yana her sene Amerikan Gizem Yazarları Derneği tarafından roman, kısa hikâye, televizyon, film, tiyatro ve gerçek konulu yazı dallarında veriliyor. Bu ödülü alabilmek için diğerlerinin aksine ABD vatandaşı olmak gerekmiyor yalnız eserin ABD'de erişilebilir olması yani oyunsa ABD'de sahnelenmesi, kitapsa kitapçılarda satılıyor olması şart. Ayrıca ödüller suç, gizem, gerilim veya entrika konulu eserlere veriliyor.

Bu kitap bir çok-satan olmak için işe yarar tüm unsurları içeriyor: gizem, macera, romantizm, dram... Son yıllarda popüler olduğu üzere kahraman ergenliğinin ortasında travmaya uğramış bir genç adam. Bir baş kahraman olmak için kitap boyunca (sonu hariç) fazla edilgen olsa da, onu kitabın yıldızı yapacak pek çok özelliğe sahip. Micheal konuşamadığı için hep gizemli, temiz yüzlü hatta yakışıklı, bir gördüğünü bir daha bakmadan tüm detaylarıyla çizebilecek kadar resme yatkın ve her türlü kilidi açma konusunda kendi kendini yetiştirmiş bir usta. 

Kitaptaki ergen romantizmi, sevdiği kız için tehlikeye atılma ve "Seni bu işe bulaştıramam" klişesi ile Micheal'ın son sayfalara kadar sürdürdüğü edilgenliği beni kitaba bayılmaktan alıkoysa da kitabın takdir ettiğim taraflarını vurgulamayı tercih edeceğim. 

Öncelikle özensiz hatta yer yer hatalı çevirisine rağmen anlatım tekniğini çok beğendim. Yazar, Micheal'ın travmatize olmuş zihninin duyarsızlığını ve hatta boşvermişliğini anlatımının içinde çok güzel vurgulamış. Başkaları onunla konuşurken onun aklından geçenler hem durumunu hem de yaşını çok güzel ifade etmiş. 

İkinci olarak da kitaptaki her olayın, her detayın bir diğeriyle eklemlenişi çok başarılı. Travma nedeni ile kilitler konusundaki bilinçdışı takıntısı, konuşamaması ile başının giderek daha çok belaya girmesi, zor çocukluğu ile suça karışması gayet güzel örtüşüyor. Kurguyla ilgili tek şikayetim Micheal'ın sevdiği kızın babası tarafından mafyaya bulaştırılması sürecinin biraz zorlama gelmesi.

Son olarak, yukarıda bahsettiğim olumsuz taraflarına ilaveten, sonun (Micheal'ın hapse girmesi) baştan söylenmiş olmasının verdiği rahatlık nedeniyle kitabın iddia edildiği gibi kalbimi güm güm attırmasa da iyi dozda macera içerdiğini söyleyebilirim. Bu kolay okunan diliyle birleşince sayfalar su gibi akıp geçiyor.

Kitap ayrıca ALA Alex Ödülü (2011) ve Suç Yazarları Birliği Ian Flemming Steel Dagger Ödülü (2011) sahibi.

5 Eylül 2012 Çarşamba

Jason Goodwin'den Türkiye ve İstanbul Kitapları İlk 10'u


Jason Goodwin bir tarihçi, romancı ve İstanbul âşığı. Cambridge Üniversitesi'nde Bizans tarihi okurken başlamış bu tutkusu. İstanbul hakkında Türkçe'ye de çevrilmiş olan iki ünlü tarih kitabı yazmış: Bir Ucu Altın Boynuz (On Foot to the Golden Horn: A Walk to İstanbul - 1993) ve Ufukların Efendisi Osmanlılar (Lords of the Horizons: A History of the Ottoman Empire - 1998) Yazarın altı ay boyunca yürüyerek İstanbul'u gezmesini konu alan Bir Ucu Altın Boynuz, John Llewellyn Rhyns Ödülü'nü almış.

Bu kitapları Yashim adında bir harem ağası dedektifin maceralarını anlatan, 19. yüzyıl İstanbul'unda geçen tarihi romanlar serisi takip etmiş. Bu serinin dördüncü ve son kitabı An Evil Eye 2011 yılında piyasaya çıktı. Serinin önceki kitapları Yeniçeri Ağacı (The Janissary Tree - 2006) ve Yılanlı Sütun (The Snake Stone - 2007) Turkuvaz Kitap tarafından basılmış. Yeniçeri Ağacı'nın da 2007 yılında Edgar Ödülü'ne layık görüldüğünü atlamayalım. Üçüncü kitap The Bellini Card ise 2007 yılında Birleşik Krallık'ta yayınlanmış ama henüz Türkçe'ye çevrilmemiş. Yazarın blogu da var ve o da The Bellini Card adını taşıyor: http://thebellinicard.wordpress.com/

Goodwin'in İstanbul ve Türk tarihi hakkındaki derin birikimi gezip gördükleri ve üniversite eğitimi kadar okuduklarından da geliyor elbette. Aşağıda yazarın tutkusuna yaraşır genelde Osmanlı tarihi, 19. yüzyıl ve İstanbul odaklı güzel bir liste var. Goodwin'in İngiliz Guardian gazetesi için hazırladığı bu listeyi çevirdim. Şimdiye kadar paylaştığım listeler (bkz: yazarların sevdiği kitaplar) içinde beni en çok etkileyen liste oldu. Norwcih'in A Short History of Byzantium kitabı zaten kitaplığımda vardı ve okumak istiyordum (bkz: Okunacaklar); iyice heveslendim. Türk Mektupları da çok ilgimi çekti. Yazarın kendi kitapları da aklıma girdi. Öte yandan da (yazara göre) Türkiye'yle ilgili en iyi/ilginç/orjinal kitapları neden hep yabancılar yazmış diye de merak ettim. Bakalım siz ne düşüneceksiniz.

''1. İstanbul: Poetry of Place - Ates Orga  (editör)
Bir cebinizde "Strolling Through İstanbul", diğerinde bu ince kitapla Bizans ve Osmanlı İmparatorluklarının eski başkentini keşfetmek için mükemmel şekilde donanmış olursunuz. Şiir ve biraz da nesirle dolu İstanbul size sultanlardan günümüz feministlerine şehrin sakinlerinin sesini taşıyor.

2. Kar - Orhan Pamuk
Bu karmaşık, parçalı, inanılmaz ve şairane, baştan sona postmodern roman; kelime oyunları, ironiler, geç anlamalar ve aşk, inanç, sosyal adalet arasındaki tahmin edilemez çelişkilerle dolu.  Sadece insanlık hallerini değil, aynı zamanda 20. yüzyıl Türkiyesinin laiklik, dini özgürlük ve devrime ilişkin kaygılarını da yansıtıyor. Genç gazeteci Ka türban takmayla bağlantılı intihar dalgasını incelemek üzere Kars'a gelir ve iddialar, karşı iddialar ve çatışan önceliklerin mütemadiyen değişen dünyasına dalar.

3. Türkiye: Kısa Bir Tarih - Norman Stone
Çağdaş Türkiye'ye ilişkin bir giriş müziği; nasıl meydana geldiğinin canlı, kışkırtıcı, sık sık komik, her zaman güçlü kavrayışlı bir dökümü. Stone, bir Türk âşığı, bir filolog, bir polemikçi, öyküsel tarihçi olarak marifetlerini, Türklerin kökenleri, tarihi ve karşılaştığı günümüz sınamaları hakkında kısa ve sarsıcı bir dersle sürüklemek üzere bir araya getiriyor. Eğer Türkiye'deki neredeyse tüm dükkânlarda neden bir Atatürk portresi asılı olduğunu gerçekten anlamıyorsanız bu kitabı okuyun.

4. Classical Turkish Cooking - Ayla Algar
Bu gezinizin en önemli bölümlerini sonsuza dek genişletebilir. Daha çekici yemek kitapları var ama ben bu kitabın mütevazılığını seviyorum. Türk kültürünün evcimen ve nazik özelliğini ifade ediyor ve onu yemenize imkân tanıyor. Klasik mezeler, çorbalar, et ve balık yemekleri, ve tabi ki pilavlar ve hamurişleri - tarihi bir anlayış ve dünya çapında bir kültürün gelişimiyle birlikte yüzlerce tarif.

5. Türk Mektupları - Ogier Ghiselin de Busbecq
Bu Filemenk soylusu mektuplarını büyükelçilik göreviyle 1554-1562 tarihleri arasında İstanbul'dayken yazdı. Bu onun Kanuni Sultan Süleyman döneminde Osmanlı Devleti'nin en parlak günlerine bir şahitlik etmesine fırsat verdi. Busbecq bir botanist, antikacı, akademisyen ve hayvanbilimciydi; ülkesine  leylak ve laleyi götürdü.

6. Konstantiniyye: Dünyanın Arzuladığı Şehir - Philip Mansel
En iyi tarihçilerimizden birinin kaleminden şehrin 1453 sonrası eksiksiz tarihi çok etnikli, çok dilli bir imparatorluğun nasıl 600 yıldan fazla süre tek bir hanedan ailesi tarafından idare edildiğini açıklıyor. Mansel, geniş çapta kaynakları işleyerek bu eski dünya başkentinin modasını, görkemini ve siyasetini hayata döndürüyor.

7. Kanatsız Kuşlar - Louis de Bernieres
Bunu elime alıp alıp bırakıyorum çünkü bu insanın üstüne saldıran trajediyle pek yüzleşemiyorum. Söylemeye gerek yok; bu I. Dünya Savaşı'yla Türkiye-Yunanistan ilişkileri çökünce başlayan 1923 yılının büyük nüfus takası Anadolu'daki Rum yerleşimini bitirdiği bir ortamda, Philotei ve İbrahim'in kara kaderli aşklarının hikayesi. Bu kitapta Gelibolu var, Atatürk var; Yüzbaşı Corelli'nin Mandolinii'nden karakterler var. De Bernieres bu kitabın daha iyi olduğu konusunda israrlı ve ben de ona inanıyorum.
 
8. Eothen - AW Kinglake
"Doğudan" anlamına gelen başlık yazarının da işaret ettiği gibi kitaptaki en sert şey. Viktorya döneminde yaşamış biri tarafından yazılmış olma iddiasındaki kitap muzip bir seyahat dökümü; inanılmaz komik bir okuma. Jonathan Raban anlatıcıyı "Flashman'le yakın kan bağı olan birinin duyarlılığına" sahip olarak tarif ediyor.
 
9. A Short History of Byzantium - John Julius Norwich
Norwich'in üç ciltlik tumturaklı tarihinin tek cilde sıkıştırılmış hali bazen çok yoğun gelebilir ama yazar 1123 yıl ve 18 gün var olan bu imparatorluğun çoğu zaman acımasız hikayesini ustaca ve eğlenceli şekilde ana hatlarıyla aktarıyor.
 
10. Rebel Land - Christopher de Bellaigue
İmparatorluğun yok oluş günlerinde yaşanan Ermeni katliamından bahsetmesinin ardından gazeteci heyecanına kapılan Bellaigue ne olmuş olabileceğini kendisi için keşfetmeye karar verdi. Bir zamanlar büyük bir Ermeni nüfusu barındırmış olan Varto'da karar kıldı ve buraya yerleşti. Bellaigue'nin kesin bir nihai cevap vermeyen, yerel halk, gizli polis ve sürgünlerle deneyimlerinin güzel anlatımı hala izi sürülebilen konuya ışık tutuyor;  durumun o zamanki ve şimdiki karmaşıklığını aydınlatıyor."

27 Ağustos 2012 Pazartesi

Her Gece Bodrum


Bodrum'da ilk gün
Çok zamandır yazla ilgili fantazi şiddetinde bir isteğim vardı: Bodrum'a gidip Her Gece Bodrum'u okumak. Kitabın adına bakınca birçok kişinin bunu istemiş olduğunu tahmin etmek zor değil. Kaçı bu zevke vardı bilmiyorum ama ben başardım. Aslında çoğunun yaz tatilinde okumak isteyecekleri türden bir roman değil. İçinde ruh huzursuzluğu, yabancılık, yalnızlık, sorular, doğa var.

İleri bir Bodrum tatilinde tecrübe ettiklerinden yola çıkarak yazmış bu romanı. Kitap tıka basa Bodrum dolu. Kahramanları da Bodrum'a tatil yapmaya gelmiş bir grup İstanbullu genç; Cem, Murat, Tarık, Kerem, Emine... Hepsi biribirinden çok farklı, hepsi başka duyarlıkların, başka çelişkilerin, başka özlemlerin içinde. Bodrum yarımadasının yalıtılmışlığı ve eski bir arkadaşlığın/hoyratlığın timsali  Kale'nin gölgesinde hep beraberler ama hep yalnızlar. Cem arkadaşlığa aşık, dostlar içinde olmak için belki her şeyi yapabilir. Ancak sanki inadına Murat ve Tarık tarafından dışlanıyor, onlara uyamıyor, beklediğini bulamıyor, yalnızlığa itiliyor. Murat bilakis insansız kalmak, denizle başbaşa olmak istiyor. Cem'in aşırı ilgisini hatta Tarık'ı sırtında bir kambur gibi duyumsuyor. Tarık daha yüzeysel, gerilimsiz bir tatil geçirmek istiyor. Kimi zaman ara bulmaya çalışıyor kimi zaman da kendi kafasına göre takılıp şafak vakti fotoğraf çekmeye gidiyor. Emine 32 yaşında; "evde kalmış", onun yalnızlığı hem cinsel hem de sosyal. Bu yaşta bekar olması toplum hayatının her kanadında yalnız olmaya mahkum etmiş sanki onu. Sevmeye aç yüreği karşılık bulamadıkça kırılıyor, ne kadar kırılsa da katılaşmıyor. Yalnızlığını kabullenerek kendini korumaya karar verse de ufacık bir sevgi ümidinin peşinden yuvarlanmaya engel olamıyor... Ahmet onun kardeşi, tatile İngiliz mektup arkadaşı Kathrine ile gelmiş... Kerem İstanbul'dan kaçıp çok zaman önce denize sığınmış... Betigül başına buyruk, zengin, dul, baskın... Haydar kaptan, hayalleri, masalları var...

Bu kadar çok ve derin karakteri bir arada bulmak sık raslanan bir şey değil. İleri roman insanlarını ince ince işlemiş. Romanın birkaç bölümünden sonra karakterlerin duygularının akışını apaçık görmeye, düşündüklerinin ve yaptıklarının havaya atılan taşın yere düşmesi gibi doğal karşılamaya başlıyorsunuz.

Kitapta sevdiğim şeylerden biri de sınıf meselesine değinilmesiydi. Paylaşılmamış zenginliğin en büyük kötülük olduğuyla ilgili satırları dönüp dönüp okudum. Cem'i sevmemde belki de onun yalnızlığı, aynı yaşta olmamız, bazı yönlerinin çok tanıdık gelmesinin yanında sınıf duyarlılığı da vardı. Belki de Murat'a da Keynes bitti dediği için soğuk durdum. Yine de en çok Emine'ye ısındım. Bir kadınnın (ataerkil) toplumun dayattığı evlenip çoluk çocuğa karışma sorumluluğunu yerine getirmediği için ne kadar dışlanıp aşağılandığının timsali gibiydi. Türdeşleri iki yüzlülükle dolu annelerken kendisi çocuksu saflıkta bir sevgi arayışında olduğı için bu kadar incitilmesi onu sevmeme ihitimalimi yok etti.


Mesela bu, sık sık karşılıklı susulan, çay içilen, Cem'in kitap okuduğu
 kahvenin masasıymış; dalgaların beyaz köpüğünden belli çok rüzgar varmış;
uzaktaki tenke de Kirke'ymiş mesela... 

Kitabın atmosferi, ara sıra tatil yerlerinde hissettiğim tatminsizlik, kıstırılmışlık duygusuna ayna tuttu. Bütün yıl tatili bekleyip sonra ilk gününde tatilden de umulan sevincin duyulamadığı olur. Medeniyetten bunanılıp doğanın kucağına atılmak istenilir sonra doğanın da değişimle, mücadeleyle dolu olduğu görülüp aranan huzur bulunamaz. Şehirden kaçıp kıyı kasabasının yalın hayatına karışmak, yerliler gibi yaşamak arzu edilir; sonra onların hiç okumadığı kitaplarla zaman geçirilir, hiç kullanmadıkları teknelerle açılınır, hiç ilgilenmedikleri konulardan bahsedilir.

Kitabı Bodrum'da okumak kesinlikle büyük fark yarattı. Kitap Bodrum detaylarıyla nakış gibi işlenmiş. Kasabalı insanlar, beyaz badanalı evler, dükkanlar, denizinin her hali, beyaz köpüklü dalgalar, sersemletici rüzgar, körleştiren parlak güneş, kale, tatilciler, deniz havluları, hasır şapkalar, sıcak, koylar, yeniden deniz, biraz daha rüzgar, güneş, dar sokaklar, pembe çiçekler, tekneler ve yine deniz... İleri'nin sanatlı dilinden bunları okuyup kafamı kaldırınca o denizi görmek, gerçekten de aydınlıktan kör olmuş gözlerle okumaya çalışmak, rüzgardan ve renklerden başının döndüğünü fark ederek deniz seansının sonunda tam da tarif edilen tatilciler gibi havluları toplayıp dar sokaklara doğru yürümek müthiş bir gerçeklik hissi yarattı.

Bu kitaptan önce İleri'nin Mavi Kanatlarınla Yalnız Benim Olsaydın adlı romanını okumuş; ağır uslubundan ve eserin kişiselliğinden bezerek zar zor bitirebilmiştim. Bu sefer romanın bir bütünlük arz etmesi ve yazarın dilinin sevdiğim zenginliğini korurken daha kısa cümlelere başvurması kitabı zevkle okumamı sağladı. Yine kolay okunan bir kitap değildi ama harcanan emeğin karşılığını kat kat veriyordu. Özellikle ilk 70 sayfanın ardından karakterlere alıştıktan sonra kitap hız kazandı.


Şimdi gelelim kitapla ilgili bilgilere. Her Gece Bodrum, 1977'de Türk Dil Kurumu Roman Ödülü'nü kazanmış. Yayımlandığı dönemde de zamanın entellektüellerine yönelik bir eleştiri olarak alınıp tartışma başlatmış. Selim İleri'yi de kitlelere tanıtan, hala da en çok bilinen ve okunan İleri kitabıymış. İleri bu kitapla ¨bir gecede¨ romancı olmuş. Halbuse İleri bu kitabında kendini fazla hırslı ve şımarık buluyormuş. Kitabın önsözünde de Her Gece Bodrum için şöyle demiş: "... içtenlikle kaleme getirilmiş bir gençlik romanım... Hayatla kirlenmemiş diyeceğim geliyor. Yada, hayatla yeni yeni kirlenmeye başlamış."

İleri aslında o dönemde bir roman yazacak gücü kendinde göremiyormuş. Bu Gece ve Her Gece'yi Attila İlhan'ın yönlendirmesiyle yazmaya başlamış. Bu Gece ve Her Gece dedim evet, zira Attila İlhan romanın ilk halini okuyup adının Her Gece Bodrum olmasını önerinceye kadar romanın adı buymuş.

Kitap 1992 yılında Naci Çelik Berksoy yönetmenliğinde sinemaya da aktarılmış. Sürekli düşünceler, çağrışımlar, manzaralar şeklinde ilerleyen kitabın nasıl filme aktarıldığını da merak ediyorum.

Selim İleri okumayı sevenler bu kitabı zaten okumuştur. İleri'ye giriş yapmak isteyenler Her Gece Bodrum'u tercih edebilirler. Edebiyat severler akıllarındaki listenin ucuna bu kitabı da eklemeliler. Yalnız imkân varsa bu kitap Bodrum'da okunmalı. Böylece bir an Kerem yanınızda güneşleniyor, uzaktan Kirke geçiyor sanabilirsiniz. 

22 Ağustos 2012 Çarşamba

Feminizmi Öğreniyorum

Feminizm kelimesini görünce aklınıza "erkek düşmanları", "bıyıklı evde kalmış kadınlar" gibi şeyler geliyorsa ve irkiliyorsanız hemen internet tarayıcınızın kırmızı çarpısına tıklayıp Kitap Notları'ndan çıkın...demek isterdim ama bu sizin olduğu kadar toplumun ve sistemin de kabahati olduğundan lütfen gelin özellikle böyle düşünüyorsanız iki satır feminizm okuyun diyorum. Aslında herkese ve herkese bu davetim. Zira feminizm ne bir lüks, ne geçmişte kalmış bir mesele ne de 'kadına el kalkmaz' sloganıyla sınırlandırılabilecek kadar dar bir konu. E peki nereden başlayacağız derseniz -ki dilerim diyorsunuzdur- iki giriş kitabını aşağıda sunuyorum.


Feminizmin ABC'si - Necla Arat

Feminizmin ABC'si çok iyi bir giriş kitabı. Yazar Prof. Dr. Necla Arat önsözde (1991 tarihli) kitabın işlevini şöyle açıklamış: "... feminizmin yansız ve doğru olarak tanıtılmasını üstlenen bu çalışma, feminizmin tarihsel perspektif içinde ele alan başlangıç çalışması olarak yorumlanmalıdır." Kitabın amacındansa böyle bahsetmiş: "... toplumumuzun kadınlarının kendi çıkarlarını savunmalarını engelleyecek önyargı ve koşullanmaları ve fanatik yaklaşımları ortadan kaldırmak üzere feminizmin ne olduğunu, tarihinde neler yaşandığını ve türlerini gelin hep birlikte inceleyelim."

Kitap tam da bunu yapıyor; akıcı kolay anlaşılır bir dille, sıkmadan, sırasıyla feminizmin tanımını, ilk çağlardan başlayarak tarihini, felsefi ve kuramsal temellerini, son dönemdeki gelişimini ve kadın hareketini, son olarak da Türkiye'deki durumu ele alıyor. Kısacık bir kitap olmasına rağmen ağzı beraber bilgi dolu.


Kitabın biri 1991'de diğeri 2010'da yazılmış iki önsözü var. Bu önsözler yazarın konuya ilişkin görüşlerni içeren ve Türkiye'deki durumun tartışıldığı köşe yazıları gibi. Bu nedenle önsözleri kitabı bitirdikten sonra yeniden okumanızı öneririm.

Yazar tarafsız değil. Zaten bunu önsözlerde açıkça belirtip fikirlerini savunuyor. Ancak kitap içerik açısından rahatsız edici bir yanlılık arz etmiyor. Belki Arat eşitlikçi feminizme feminizmlerin ilki, anlaşılması en kolayı olduğu kadar Türkiye şartlarında bu akımı benimsediği için de daha geniş bir yer veriyor, o kadar.

Kitabı okurken öğrendiğiniz kadar şaşıracağınızı düşünüyorum. En azından ben kadınların oy hakkı alabilmek için protestolarda veya idam sehpalarında kanlarını dökmek zorunda kaldıklalrını, 1998'e kadar hukukumuzda aile içi şiddet kavramının bulunmadığını ve 2003'e kadar işyerindeki cinsel tacizin iş sözleşmesinin feshi için haklı neden sayılmadığını okuduğumda şaşırdım, üzüldüm, kızdım.

O zaman bu bölümü kitapta beni en çok etkileyen kısımla bitireyim:
"Rose Lacombe, 20 Ekim 1793'te Paris Komünü'nde bu kadın hakları bildirgesinin [17 maddelik Kadın Hakları] savunmasını yaptı ve 'Kadın özgür doğar ve erkeklerle eşit haklara sahip olur... Kanun önünde eşit olan tüm kadın ve erkek vatandaşlar, hiçbir ayrıma uğramaksızın bütün yüksek mevkiler ve yüksek kamu görevlerine eşit olarak kabul edilmelidirler... Kadın madem ki sehpaya çıkabiliyor, kürsüye de çıkabilmelidir... Kadınlar uyanınız' dedi. Onun bu savunması meclise açtığı savaş, sözünü ettiği sehpada başının uçurulmasıyla sonuçlandı." 
Feminizm - Gisela Notz

Başlığı, inceliği, önsözündeki "feminizme giriş esaslı" ibaresiyle ve kapağındaki "Düşünce Akımları 1" yazısıyla insanda tam da Feminizme Giriş kitabı intibası bırakıyor... fakat hiç de öyle değil. Feminizm ile ilgili temel kavramların, tarihinin ve katkıda bulunanların tanıtıldığı bir kitap beklerken bambaşka bir şey çıkıyor.


Birinci neden kitabın fazla Almanya merkezli olması. Bu konuda bilgilendirilmiş olmama rağmen bu kadarını beklemiyordum. Almanya'nın bir örnek olarak kullanılmasında sorun yok. Yazar bir Alman ve gayet ataerkil bir yapısı olan Alman toplumundan örnekler genel çerçevenin netleştirilmesi için kullanılırsa güzel de olabilir. Ama bu kitapta çerçeve ile örneklerin, uluslararası feminizmle Almanya'da yaşananları bağları kopuk. Özellikle Phoenix "Düşünce Akımları" serisi için böyle bir kitabı nasıl seçmiş anlamadım. Tüm yerelliğine rağmen bu kitap Almanya için uygun bir kitapken Türkiye için mânâsız kalmış.

İkincisi kitap kendi içinde de yetersiz. Kuram bölümü çok kısa, bölük pörçük, temel düşünceleri vermekten uzak. Örneğin sürekli kapitalizm-ataerkil toplum birlikteliğinden bahsediliyor, milliyetçiliğe bu çerçevede değiniliyor ancak bu üçlü arasındaki ilişki hiç tam olarak açıklanmıyor; Marksizmden, medyadan, doğum kontrolden her şeyden bahsediliyor ama "çifte baskı" nedir, "kendini gerçekleştirmek" nedir, aktif ve pasif seçme hakkı nedir anlatan yok. Bütün bunlar da bir "giriş" kitabında oluyor. Zaten kuram kısmı o derece zayıf ki ne eleştirel kuramdan ne de Butler'dan öte bir post-yapısalcılıktan bahsediliyor. Tarih bölümüyse Almanya, Berlin ve Alman siyasi hayatıyla dolu. Uluslararası plana bağlantılar kurulacağı iddiasında bulunsa da kitap küresel ölçekten kopuk, birkaç batı ülkesinden bahsedip bunları Almanya ile kıyaslamaktan öteye gidemiyor.

Son olarak çevirisi çok kötü. Son dönemde dikkat ettikçe Türkiye'deki çevirilerin vasat hatta vasat altı olduğunu görmeye başladım. Bir iki çevirmenin veya yayımcının değil sektörün sorunu kalitesiz çeviri. Almancayı orta okul yıllarımda bırakmama rağmen  ne derece hatalı çevrildiğini ben bile anlıyorum. Örneğin bir yerde göçmen kadınların reprodüksiyon işlerinde çalıştığı yazıyor. Hayalinizde havasız odalarda habire Klimt, Monnet boyayan kadınlar canlanıyor çünkü reprodüksiyonun dilimizdeki anlamı bu. Oysa "reproduction"ın anlamı (burada) "üremek, çocuk büyütmek, nesil yetiştirmek". Dayanamayıp bir örnek daha vereceğim. 55. sayfadaki ara başlık (hem de ara başlık!): Savaş Zamanı Arasında Feminizm. Ne anladınız? Hiçbir şey, en iyi ihtimalle savaş döneminde feminizm gibi bir şey... Oysa burada söylenmek istenen "interwar period" yani iki dünya savaşı arası dönem. Çeviri camiasında bir şeyler yanlış, bir yerde bir eksik var ama nedir bilmiyorum... Üstelik kitapta bolca yazım hatası da var... Tatsız.

Her şeye karşın bu kitabı da okuduğuma memnunum. Özellikle Feminizm'in ABC'si ile temel atıldıktan sonra ilginç kadın hareketi ve farklı düşünürlerin fikirleri için okunabilir.

Yakında feminist edebiyattan da bahsedeceğim aklınızda bulunsun ;)

İşte feminist edebiyattan seçip yazdıklarım burada.

16 Ağustos 2012 Perşembe

ÇizgiBilim

Ben ufakken sayısız öğrenci çakallığından biri de matematik kitabının arasına Tommiks koyup ders çalışma kisvesi altında rahatça çizgi roman okumaktı. Tarih okurken çocuklar neden heyecandan gözlerini kocaman açar, neden zevkle gülerler kimse anlamazdı. İşte bu anlar çizgi romanla ilim irfanın birbirine en yaklaştığı zamanlardı. Şimdi devir değişti. Artık eğlenerek öğrenmek vakti. 

The Cartoon Introduction to Economics (Volume one: Microeconomics) - Yoram Bauman (Yazar), Grady Klein (Çizer)


İktisat insanlara karmaşık gelir ve çoğu üniversite öğrencisi de ondan köşe bucak kaçar. Eğlenerek iktisat öğrenmek imkansız bir rüya gibi görünse de mümkün. İktisadın Gülen Yüzü başlıklı yazıda tatlı tatlı iktisat öğreten üç kitaptan bahsetmiştim. İşte bu kitap da onlardan biri; tek farkı daha az yazı daha fazla çizim.

Resmini gördüğünü kitap The Cartoon Introduction to Economics kitaplarının ilk cildi. Mikro ekonomiyi ele alıyor. Konuyu işlemeye bireyden başlıyor: fayda, tercih, fırsat maliyeti... Sonra ıssız adaya bir kişi daha çıkıyor: oyun kuramı, takas, pareto optimum... Sonra ufak bir grup oluşuyor: rekabetçi piyasa, farklılaşma, vergiler... Son olarak sonsuz birimin etkileşimde olduğu bir ortam inceleniyor: görünmez el ve diğerleri...

Görüleceği üzere kitabın sistematiği klasik ders kitaplarından çok farklı. Konu olarak da sigortalar olsun, açık artırma ve ihale usullerindeki yöntemler olsun olağan bir mikro ekonomi kitabında bulamayacağınız konular var. Bu konuda kalın kalın ders kitapları bitirdikten sonra karikatürlerle yeni yeni şeyler öğrenmek çok hoşuma gitti. 

Üstelik hem çizimler güzeldi hem de espri anlayışı gayet iyiydi. Öyle ki bazen kendimi sırıtırken buldum. Evet iktisat okurken! 

Çizim, espri derken içerikten çalınmış da sanılmasın. Mikro ekonominin en ciddi ve temel kavramları birbiriyle bağlantılı şekilde anlatılmış. Tabi çok az kelimeyle bunu başarmak zor. Konuya aşina olanların zevkle okuyacağını düşünüyorum ama sıfır bilgiyle ne ne kadar anlaşılır bilemiyorum. 

Mikro ekonomi tam olarak anlatılmak ve anlaşılmak için denklemlere ve grafiklere de ihtiyaç duyar. Kitapta grafikler temel seviyede verilmiş, birkaç formül de aktarılmış ancak hiç matematik yok. Eh artık o kadar da olsun değil mi? Zaten calculus isterseniz buraya tıklayıp yazarın hazırladığı ücretsiz kitaba ve matematiksel örneklere ulaşabilirsiniz. Ayrıca yazarın www.standupeconomist.com adresindeki blogunu da zevkle takip ettiğimi belirtmeliyim.


Türlerin Kökeni Manga - Variety Art Works & East Press (Mangalaştıran)


Biyoloji biliminin bugün temelini oluşturan evrimi öğrenmek için müthiş bir giriş kitabı. Manga Darwin'in gençliğinden öldüğü güne kadar yaşamını, fikirlerini, keşiflerini ve çalışmalarını anlatıyor. Bir-iki saatte okuyup bitirebileceğiniz kadar sürükleyici ve kısa olan bu kitap gerçekten az zamanda çok ve büyük işler başarıyor. Çok anlaşılır ve sade bir giriş sunuyor. Değerli bilgileri macera romanı gibi aktarıyor ve aklınıza kazıyor. 

Çizimler çok hoşuma gitti. Sanırım manga tutkunlarını anlıyorum. Birçok yerde duygular kelimelerle değil çizimlerle anlatılmış. Aynı sahnenin birkaç farklı açıdan çizildiği yerler sinema karelerini anımsatıyor. Yazı çizgi romanın doğası gereği fazla değil ama olanları da Hüseyin Can Erkin Japonca aslından çevirmiş. (Murakami desem?) Su gibi gidiyor.

Yordam Kitap'a da tebrikler! Hem iyi çeviri, hem güzel baskı, hem uygun fiyat... Kitabın orjinal baskısının bilgilerinin detaylıca verilmesi de çok hoşuma gitti. Emeğe saygı buradan başlıyor.

Kısaca popüler bilim ve çizgi roman sevenlere şiddetle tavsiye ediyorum.

Evrim hakkında daha derin ve ciddi kitaplar okumak isteyenleri şuradaki güzel yazıya alıyoruz: Evrimsel

Hayır ben ciddileşmek istemiyorum ama evrim hoşuma gitti; bunun mangası varmış madem romanı falan yok mu diyenler de buraya: Hiç "Evrim"li Roman Olur mu?


Bu iki kitabı da çok sevdiğim için hemen paylaşmak istedim ama biraz daha dişimi sıkabilseydim NTV Yayınları'ndan çıkan Stuart Sim (yazar) ve Borin van Loon'un (çizer) Eleştirel Teori çizgi kitabını da okuyup onu da burada anlatmak isterdim. Zira bu işlerden anlayan biri bana çok çok övdü bu kitabı da. Artık ÇizgiBilim II'de...

10 Ağustos 2012 Cuma

Siz Hiç LSV Dükkan Çikolatası Tattınız mı?



LSV Dükkan yani Lösev Dükkan’ında lösemili çocuklarımızın anneleri kendi elleriyle hazırladıkları organik kurabiyeler ve birbirinden renkli el emeği, göz nuru el işlerini sizlere sunuyor. LSV Dükkan bundan tam 12 sene önce LÖSEV Ankara’da, küçücük bir atölyede 5 anne ile başlayan bir çalışmayken bugün yüzlerce annenin ekmek parasını kazandığı meslek atölyeleri haline geldi.                                      



Beslenme ile kanser arasındaki yakın ilişkiye dikkat çekmek için kurulan bu minicik atölye, seneler içerisinde azim, sevgi ve inançla büyüdü. Giderek büyüyen ve insanın içini ısıtan bu başarı öyküsü, LSV Dükkan markasını yaratmaya kadar uzandı. Lösemili çocuklarımızın annelerinin umutlarını, hayallerini işlediği, sevgiyle yoğurduğu her bir LSV Dükkan ürünü sevgili çocuklarımızı hayata bağlayacak.

Tüm renkleri ve lezzetleri ile Türkiye’nin her yerinden LSV Dükkan’a www.lsvdukkan.com üzerinden ulaşabilir ve sipariş verebilirsiniz.

Lösev’i Twitter’da @losev1998 hesabından takip edebilir, #LosevHayatVerir hashtag’i ile  paylaşımlarınızla destekleyebilirsiniz.

Bir bumads sosyal sorumluluk içeriğidir.

31 Temmuz 2012 Salı

Hosseini'den Afgan Manzaraları

Afganistan acıların toprağı. Orta Doğu'nun ortak keyfiyetinden payına düşeni almış bu açıdan. Televizyonda gördüklerimize, dergilerde okuduklarımıza ilaveten Kabil'de yaşayan bir arkadaşımın anlattıklarından, yıllar süren savaşların, cehaletin ve terörün ülkeyi bir daha dönülmez şekilde barbarlığın ve sefaletin derinliklerine gömdüğünü anlıyorum. Nüfusunun %52'sinin içecek suyu sıkıntısı çektiği, ortalama insan ömrünün 49 yıl olduğu, recm cezasının uygulandığı bir ülkede edebiyattan, dünyaca ünlü yazarlardan, romanlardan ne kadar bahsedilebilir?

Khaled Hosseini bu sefalete yol açan savaşlardan kaçarak çocuk yaşta ABD'ye sığınmış Afganlardan biri. Hem o ülkeyi içinde yaşattığı hem de bu sefaletin dışında kalarak yazmaya fırsat bulabildiği için, bence Afganistan üstüne popüler kültürde yer alan en önemli eserleri verme fırsatını yakalamış. Hosseini'nin önerdiği Afganistan'la ilgili kitaplardan önce onun kitaplarından bahsetmek istiyorum.


Yukarıda dokunduğum ama boyutlarını tam olarak sayfalarca yazsam da tam olarak anlatamayacağım perişanlık elbette Afganların %99'unu etkiliyor. Ancak felaketlerden kadın ve çocukların, azınlıklarla engellilerin kat kat fazla etkilendiği bir gerçek. Hosseini de şimdiye kadar yazdığı iki romanda ülkenin başına gelen felaketleri en çok ezilenlerin gözünden anlatmış. Uçurtma Avcısı'nda (The Kite Runner) çocukların ve Hazaralar (ülke nüfusunun yaklaşık %9'unu teşkil eden bir etnik grup)  nezdinde azınlıkların dramını anlatıyor. Bin Muhteşem Güneş (A Thousand Splendid Suns) ise iyi günde ve kötü günde, hastalıkta ve sağlıkta, barışta ve savaşta hep en yüklü bedeli ödeyen kadınlardan bahsediyor.


İki kitabında da benzer motifler işleniyor; şiddetli bir dalga şeklinde gelen Taliban terörü, fedakarlık, göç, sırlar, nesiller boyunca süren bir öykü çizgisi... Konu ve arka plan çok güçlü olmakla birlikte kitapları güzel kılan şey yazarın öyküleme ve kurgudaki ustalığı. İki kitabının da sinemaya aktarılması boşuna değil. Romanlar çarpıcı sahneler, en naçar anlarda beliren umutlar, en insani kaygılar, acılar ve mutluluklarla dolu.

Uçurtma Avcısı birinci ağızdan, Bin Muhteşem Güneş ise üçüncü ağızdan anlatılmakla beraber iki romandaki üslup da benzerlik gösteriyor. Yazarın acıklı bir tonu var. Kimilerine fazla gelebilecek bu trajik hava beni rahatsız etmedi çünkü bu acılar ilgi çekmek için icat edilmiş değil, gerçekten yaşanıyor. Dili gayet akıcı. Hemen her bölüme birkaç kısa cümleyle giriş yapması dikkatimi çekti. Bir de elbette bol bol Farsça kelime kullanması... İngilizcesini okuduğum Uçurtma Avcısı'nda bu Farsça kelimelerin otantik tadını daha net alabildim. Türkçesini okuduğum Bin Muhteşem Güneş'te ise Türkçe'ye geçen yüzlerce Farsça kelime nedeniyle tanıdık gelen bu kelimelerin  çoğuna dikkat bile etmedim. Belki de yazarın bu küçük oyununa bağışıklık kazanmıştım.

Washington Post "Eğer Bin Muhteşem Güneş, Uçurtma Avcısı kadar iyi mi diye merak ediyorsanız işte cevabı: Hayır. Daha iyi!" diye yazmış. İki roman da son derece sürükleyici ve etkileyici olmasına rağmen nedense Washington Post'a katılamıyorum, bence Uçurtma Avcısı daha iyi. Bu görüşte yalnız olmadığımı da internette okuduğum yorumlardan anladım. Yine de önce Bin Muhteşem Güneş'i okusaydım fikrim değişir miydi diye düşünmeden edemedim. Doygunluk ve benzer arka plan ve anlatımdan sıkılma sonucu ilk okuduğumu daha lezzetli bulmuş olabilirim, değil mi? Ayrıca bir kitabı orjinalinden okumanın da tadı başka. Bunları da göz önüne alıp bir daha düşündüğümde yine de Uçurtma Avcısı bir tık daha iyiydi diyorum. Öte yandan bir erkeğin kadınların dramını anlatmadaki becerisini de takdir etmeden geçemiyorum.

Hosseini'nin romanlarında ABD'ye gerçekçi olmayan melekvari bir rol biçildiği söylenebilir. Oysa ABD Afganistan'ın başına gelenlerden son derece sorumlu. Yazarın ABD'ye bu denli iyi davranmasını iki nedene bağlıyorum. Birincisi, bir çocukken gidip adapte olduğu, eğitimini aldığı, barışı ve güvenliği bulduğu, bugün romanlarını onun dilinde yazdığı, ekmeğini yediği ülkeye karşı bir sevgi ve hoşgörü besliyor olabilir. Bundan da ziyade ben yazarın Afganistan'ın felaketinde en büyük faturayı Afganlara kestiğini, onlara başka hiçbir etkene tepki duyamayacak kadar kızdığını düşünüyorum.

Afganistan üzerine bu iki güzel romanı kaleme alan yazar daha fazla Afganistan'dan manzaralar isteyenlere şu kitapları önermiş (Türkçeye çevrilmiş olanların adlarını parantez içinde veriyorum):
Amber - Stephan Collishaw
By the Sea - Abdulrazak Gurnah
The Swallows of Kabul (Kabil'in Kırlangıçları) - Yasmina Khadra
The Fortress of Solitude - Jonathan Lethem
The Orchard on Fire - Shena Mackay
Fugitive Pieces (Bölük Pörçük Yaşamlar) - Anne Michaels
The Map of Love - Ahdaf Soueif
West of Kabul, East of New York - Tamim Ansary
The Bookseller of Kabul (Kabil'in Kitapçısı) - Asne Seierstad
Yazarın kitaplarında da etkisi açıkça görülen en sevdiği kitapları işe şurada görebilirsiniz: Khaled Hosseini'nin En Sevdiği Kitaplar

25 Temmuz 2012 Çarşamba

Azrail Aynası

Kapak başarılı!
Geçenlerde Bumarang'ın Twitter hesabından yaptığı bir yarışmada Cüneyt Ülsever'in Azrail Aynası adlı romanını kazandım. Böylece hiç aklımda yokken, polisiye-gerilim türü kitapları pek okumazken kendimi romanın sayfalarına gömülmüş buldum.

Konu hem ilginç hem çok işlenmiş; ikizler, seri cinayetler, psikiyatri. Belli ki yazar konuyu çok araştırmış. Hatta kitabın 86. sayfasında bir kaynakça bile vermiş. Şöyle:

A'dan Z'ye Seri Katiller Ansiklopedisi - Harold Schechter & David Everitt
Koliçi Bir Seri Katilin Öyküsü - Sevinç Yavuz
Seri Katiller (İki Cilt) - Fikret Topallı

Kitap klasik bir polisiyeden farklı olarak suçlunun kim olduğu, polis/dedektif karakterinin çabaları gibi unsurlara odaklanmıyor. Kitap kapağında gerilim-polisiye yazsa da gerilim yok, polisiye çok az. Katil hemen kitabın başında ortaya çıkıyor; sayfaların üçte birinden fazlası katilin çocukluk ve gençlik yıllarına, bir katili yaratan psikozların nasıl ortaya çıktığına ayrılmış. Bu açıdan kitap gerilimden çok dram tadı veriyor. Her ne kadar öykü sürükleyici olsa da özellikle Amerika yolculuğu aşaması ve sonrasının zorlama olduğunu söylemeliyim. Ülkemizde seri katillik yaygın değil diye gençleri ta ABD'ye göndermeye gerek yokmuş bence. Yüz binlerce Türk'ün yaşadığı Almanya'ya gitseler de olurmuş, ya da özgün bir vaka olsalar da. Tabi yazarın bir ABD geçmişi olduğu için ona burada geçen öykü kurgulamak daha kolay ve çekici gelmiş olmalı.

Öykü klişeye çok yatkın. Bunu engellemek için yazar son anda sanki hikayenin ucu açıkmış gibi bir hava yaratmış. Oysa polislerin ulaştığı sonucun doğruluğunu destekleyen o kadar çok unsur var ki: (dikkat spoiler!) katilin neşteri doktor kadar profesyonelce kullanması, orta yaşa gelmiş olmalarına ve çok farklı hayat tarzları olmasına rağmen ikizlern görünüşlerinin saç traşlarına kadar aynı olması, nöbetçi polislerin ikizler evde buluşmasına rağmen sadece birinin eve girip çıktığını görmesi...

İkizler gerçekten karakter güçlü; onlarla birlikte anneleri, dedeleri, babaları da gayet canlı. Yazar öldürülen kadınların bile hayat hikayelerini anlatarak onları ete kemiğe büründürmeye çalışmış. Öte yandan belki de en canlı karakterler olması gereken polisler yok gibiler. Üç komiser siyasi görüşlerine kadar anlatılmış ama sayfalardan bağımsız bir kişilik oluşturamamışlar çünkü olay boyunca Arka Sokaklar dizisindeki "Adam tam bir pislik çıktı Rıza baba!" benzeri laflardan başka bir şey söylemiyorlar. Uzun uzun anlatılan özellikleri olay boyunca hiç rol oynamamış. Belki Harun diğerlerinden biraz ayrılıyor ama yeterli değil.

Şimdiye kadar birçok eleştiride bulundum ama benim için en önemlisi dil meselesi. Gazetecilerin kitaplarını okudukça bende bir yargı oluşmaya başladı: Gazeteci adamın yazdığı kitap dil açısından vasattır; hatta kötüdür. Bunun bence iki nedeni var. Birincisi dildense içeriğe önem veren, dilin basit olmasının özellikle istendiği bir meslekten geliyorlar. Ne kadar yazmaya yakın bir iş yapıyor gibi görünseler de herhangi birinden daha iyi yazar değiller. Üstelik basının içinde olduklarından senden benden çok daha kolay kitap yayımlayabiliyorlar. Anlatım ve dil açısından bunca zayıf metinler, yazarlarının adı ve bağlantıları nedeniyle şans buluyor.

Ülsever'in de gayet basit bir anlatımı var. Kelime hazinesi kısıtlı. Bazen paragraflar bile tekrar ediyor. Sözcük zenginliğini sağlamak için yazar iğreti birkaç Arapça kökenli kelimeyi tekrarlayıp durmuş ama bu komik olmaktan öteye gidememiş. Komik çünkü diğer yandan Türkçe deyimleri bile doğru kullanamamış. İşte birkaç örnek: "baltayı sapa vurmak", "çıldırmamak içten değil", "denetim ve kontrol" (defalarca!), "eski çıkı"... Komik değil mi?

Özetle dil ve gerilim unsurundaki eksikliklere rağmen, ilginç konusu ve yazarın geniş araştırmasının hatrına çabucak okunan bir kitap; iyi vakit geçirmenizi sağlayabilir.  Hatta beğenirseniz yazarın kitabın ilk sayfalarından selam gönderdiği yine aynı üç komiserin yer aldığı Hisarüstü Cinayetleri adlı romanını da okuyabilirsiniz.

21 Temmuz 2012 Cumartesi

Vikitap vs. Goodreads

21 Temmuz 2012
Bir buçuk ay boyunca Kitap Notları'nda bir anket vardı: "Çevrimiçi kitap katalog sitelerinden birini kullanıyor musunuz? Evetse hangisini?" Katılan herkese teşekkürler! 

Kitaplar ve internet sosyallikleriyle ilgilenenlerin azımsanmayacak bir kısmı kullanmasa da önemli bir kalabalık çevrimiçi kitap katalog sitelerini  kullanıyor. İlk tercih Vikitap, ikincisi Goodreads. İki siteyi birden kullananlar da var. Ben de bir aydır iki siteyle de haşır neşirim; iki sosyal kütüphanede de "kütüphaneci"lik ediyorum. İşte bu da iki site arasındaki kıyaslamam. 

***

Vikitap'ın şu anki en büyük avantajı Türkçe kitap yelpazesinin çok geniş olması. Türkçe ara yüzü nedeniyle kullanıcılarının neredeyse tamamı Türkçe okuyanlar. Böyle olunca Vikitap'ta Türkçe yazılmış (ve uluslararası ün kazanmamış) kitaplar hakkında  daha çok puan ve yorum bulmak mümkün ve elbette Türkçe kitapların çoğu veri tabanına kaydedilmiş bile.

Öte yandan kitaplar hakkında kaydedilebilen bilgi sınırlı. Örneğin Goodreads'te seri kitapları numaralandırmak ve serinin adını belirtmek için bir satır bulunurken bu Vikitap'ta yok. Uzun serilerde okuyucuyu en çok zorlayan noktalardan biri de bir seride neler olduğu ve hangi sırayı takip ettiğidir. Vikitap'ta bunu görmek mümkün değilken Goodreads'te bir tıkla tüm serinin kitaplarını sıralı şekilde karşınızda bulursunuz. 

Aynı şekilde Vikitap'ta yabancı kitapların orjinal isimlerini veya ilk basım tarihlerini kaydetmeniz (ve bulmanız) mümkün değil; Goodreads'te ise veri formlarında bunun içinde yer ayrılmış ve bu bilgilere ulaşmak çok kolay.

Vikitap'ta olmayan başka bir şey nispeten önemsiz olsa da benim kullanmaktan hoşlandığım kişisel istatistikler. Mesela Goodreads'te her yıl kaç kitap veya kaç sayfa okuduğunuzu tablo halinde görebilir; okuduklarınızın okunma ve basım yılları grafiğine erişebilirsiniz. Benzer şekilde her bir kitabı okuma seyrinizi gösteren grafikler de var. Ayrıca Goodreads veri tabanına kaç kitap kaydettiğinizi de görebilirsiniz. Bunlar ne işimize yarayacak diyebilirsiniz ancak hazır elektronik ortama bu kadar bilgi girmişken kağıt kalemle yapabileceklerimin ötesinde bir şeyler görmek istemem de doğal karşılanabilir.

Goodreads'in ara yüzünün daha şık ve profesyonel göründüğünü düşünüyorum. Bu değerlendirme kişiden kişiye değişebilir tabi. Yalnız Vikitap'ın ara yüzü de fena olmamasına rağmen hafif bir kalabalık var. Daha sade ve kullanıcı dostu olabilir. Mesela Vikitap'ta bir kitabı aratıp listeye ekleyip puan vermeniz için en az 7-8 tıklama yapmanız gerek. Oysa Goodreads'te aramadan sonra liste üzerinden ekleme ve puan verme işini tek tıkla halledilebiliyor.

Ayrıca ben mi beceremedim bilmiyorum ama Vikitap'ta bir kitabın bir baskısını listenize eklediyseniz ve sonra sizin okuduğunuzun başka bir baskı olduğunu fark ettiyseniz Goodreads'teki gibi "switch edition" diyip hemen diğerini listenize ekleyemiyorsunuz. Vikitap'ta yepyeni bir kitapmış gibi önce eskisini listenizden silip sonra diğer baskıyı listenize eklemeniz, yeniden puan vermeniz ve yorum yazmanız gerek.

Bu sosyal kütüphanelerin en güzel özelliği, listenizdeki kitaplara ve onlara verdiğiniz puanlara göre kitap önerilerinde bulunabilmesi. Bu konuda da Goodreads çok önde. Öneriler kısmına girdiğinizde önceden belirlediğiniz türlere veya okuduklarınız/okuyacaklarınız listelerine göre sınıflandırılmış tavsiye edilen kitaplar görebilirsiniz. Her bir kategoride ellişer kitaba kadar çıkabiliyor bu öneriler. Öte yandan Vikitap'a üye olduğumdan beri toplam 5 kitap önerisi görebildim ve uzun süredir öneri kısmı bomboş.
Vikitap'ın sevdiğim özelliği dinamik olması. Hiç kimseyi takip etmeseniz bile son eklenen kitapları, o an çevrimiçi olan  üyelerin işlemlerini, site istatistiklerini (en çok okunan, okunmak istenen, beğenilen yorumlar vs.) izleyerek bile oyalanabilir, yeni kitap fikirleri edinebilirsiniz. Bu hareketlilikten sıkılırsanız haber akışını "çevrem", "gruplarım" vb. özelliklere göre kısıtlayabilirsiniz. Benzer bir yapı Goodreads'te de var ama herkesi takip etmek sitenin üye portföyündeki inanılmaz genişlik nedeniyle manasız kalıyor çünkü haber akışı çok hızlı ve çoğu bilmediğiniz dillerde, Türkiye'den erişemeyeceğiniz kitaplar hakkında, hiç ilginizi çekmeyen konularda olabiliyor. Sitedeki arkadaş çevreniz de pek geniş değilse haber akışı günlerce aynı kalabiliyor.

En başta Vikitap'taki Türkçe kitap çeşitliğini övmüştüm ancak Türkçeden başka bir dilde de kitap okuyorsanız Goodreads çok daha avantajlı. Goodreads'te yabancı dilde hemen tüm kitapları ve fena sayılmayacak sayıda Türkçe kitap bulabilirken Vikitap'ta yabancı dilde kitap neredeyse yok. Son tahlilde Türkçe kitap skalası daha geniş diye Vikitap kullanmaya başlarsanız ve diyelim ki İngilizce kitaplar da okuyorsanız kendinizi Goodreads'te eklemek zorunda kalacağınız kitaptan çok daha fazlasını Vikitap'a kaydetmekle uğraşırken bulabilirsiniz.

Uzun zamandır bir Goodreads hesabım vardı. Hem merak ettiğimden hem de Türkçe okuyanların çoğu Vikitap'a üye olduğundan, Kitap Notları adına sosyal kütüphane hesabını Vikitap'ta açtım. Sonuç olarak kişisel hesabımın Goodreads'te olmasından gayet memnunum. Vikitap'ın teknik ve tasarımsal anlamda biraz daha yol almaya ihtiyacı var; Goodreads'in de daha fazla Türkçe okura... Yine de bence Goodreads...


Kitap Notlarını Vikitap'ta da takip etmek siterseniz: Kitap Notları Vikitap Sayfası